Kasım tatili İzmir’e yavaş gelir. Yaz gibi coşkulu değil, kış gibi sert de değil… Bir ara mevsim molası gibidir. Sabahlar biraz daha ağır uyanır, vapur iskelelerinde eldivenler ortaya çıkar, simitlerin buharı Soğukkuyu’dan Konak’a kadar eşlik eder insanlara. Çocuklar içinse en güzeli; saat kurmadan uyumak, sokakta oynayacak vakit bulmak, evle dünya arasında kısa bir nefes molasıdır.

Ama İzmir’in Kasım’ı sadece tatille anlatılamaz.

10 Kasım sabahı burada bir başkadır.
Kordon’da rüzgâr bile hızını ayarlar, Körfez’in dalgası iyi bilir durmayı. Saat 09.05 olduğunda vapurlar düdük çalmaz, martılar bir anlığın sessizliğine ortak olur. Bu şehirde yas yüksek sesle değil, derin bir saygıyla yaşanır.

İzmir, Atatürk’ü anmak için susmaz; durur.
Ağlamak için değil, anlamak için.

Çünkü burada kimseye yas ezberletilmez, ama herkes saygıyı öğrenir.
Bu kentte 10 Kasım, bir figüre hüzünle bakmak değil; bir fikrin hâlâ yaşadığını bilmektir.

Ve aslında Kasım tatili, bunu en iyi anlamak için sunulmuş küçük bir aradır.

Çocuklar bu tatilde:
• Bir kütüphaneye girip ilk sayfasını merakla açtığı bir kitap seçebilir,
• Rüzgâra karşı uçurtma uçurup pes etmemeyi öğrenebilir,
• Alsancak sahilinde denizin kabuğunu toplayıp kendi küçük koleksiyonunu kurabilir,
• Bir hayvana su verip iyiliğin büyük bir şey olmadığını anlayabilir,
• Bir defter açıp “Büyüdüğümde neyi değiştirmek isterim?” sorusunu kendine sorabilir.

Bunlar küçük şeyler gibi görünür.
Ama bir ülkeyi ayakta tutan da tam olarak böyle küçük, gerçek adımlardır.

10 Kasım tatilin neşesini çalmaz.
Tatil de 10 Kasım’ın ağırlığını hafifletmez.

Biri dinlenmenin, biri hatırlamanın günüdür.
Biri nefes alma, diğeri yön bulma anıdır.

İzmir bunu birlikte taşımayı bilir.
Çünkü bu şehir hem gülerken özgür olmayı hem de susarken dimdik durmayı bilir.

Ve belki de Atatürk’ü en doğru böyle anar:
Tatilin ilk sabahında Körfez’e bakıp kendi içinde sessizce şu kararın verildiği anda:

“Bu şehre, bu ülkeye, bu hayata bir katkım olacak.”