2003 yılında seyirciyle buluşan Dogville filmi, Lars Von Trier’in kariyeri boyunca imzasını attığı en büyük iş olarak karşımıza çıkıyor. Nicole Kidman’dan tutun da Stellan Skarsgard’a kadar uzanan güçlü oyuncu kadrosuyla Dogville, Hollywood’un kalıplaşmış normlarından uzaklaşarak ortaya postmodern tarzda sinematografik bir anlatım biçimi ortaya koyuyor.
Filmden bahsedecek olursak; mekanik bir dayanışma toplumu ve izole bir kasaba olan Dogville’e esrarengiz bir kaçak kadın olan Grace’in gelmesiyle hikayemiz başlıyor. Grace, gangsterlerin peşinde olduğunu iddia ediyor ve korunmasız bir halde olduğundan dolayı Dogville kasabasını kendine bir sığınak haline getirmek istediğini kasaba halkıyla paylaşıyor. Kasabanın ahlaki lideri konumundaki Tom Edison Jr., kasaba halkını Grace’nin kasabadaki işlere katkı sağlaması şartıyla kabul etmeye ikna ediyor. Hikayenin başlarında kasaba halkı iyi niyetli Grace’i hoşgörüyle karşılıyor ancak zamanla kasaba halkının Grace’e karşı nefret beslemesiyle Dogville’de sömürü, istismar ve şiddet çağı başlıyor.

Dokuz bölümlük ahlak deneyi: Dogvılle’in anlatı mirası
Dogville filminin senaryosu, sinemanın geleneksel anlatım biçiminden uzaklaşarak hem içeriği hem de üslubuyla izleyiciyle alışık olmadığımız bir bağ kuruyor. Dogville, sıradan bir senaryo anlatımıyla karşımıza çıkmıyor; Trier, seyirciyi psikolojik, etik ve sosyal soruların merkezine yerleştirerek seyirciye felsefi bir anlatım da sunuyor. Filmin senaryosu dokuz bölüm ve bir epilogdan oluşuyor. Her bir bölüm, seslendirmenin bölümün kısa bir özetini vermesiyle başlıyor. Bu oluşum, klasik anlatımın sürükleyici yapısını bozarak seyircinin anlatılmak isteneni düşünmeleri ve sorgulamaları için bir alan açıyor. Dogville, geleneksel kronoloji çerçevesi kullanılarak oluşturulmuyor. Bu sebepten ötürü, filmin zaman çizgisi artan ahlaki gerilim tarafından şekilleniyor. Seyirci, zamanın geçişinden daha çok karakterlerin içsel ve bilişsel dönüşümlerine odaklanıyor.
Grace; izleyicilere filmin başlangıcında iyilik, hoşgörü ve şefkatle özdeşleşen bir karakter portresi olarak sunulurken, hikaye ilerledikçe bu ayırıcı özelliklerin Grace’in içinde bir güçsüzlük imajına dönüştüğünü gözlemleriz çünkü kasaba halkı, Grace’nin iyi niyetli eylemlerini kendi çıkarları doğrultusunda sömürmeye başlıyor ve bu sömürü; şiddete, adaletsizliğe ve tecavüze sebep oluyor. Bu çerçevede, senaryo günümüzün sosyal ilişkilerini de hesaba katarak etik kuralların daha çok iktidar sahipleri tarafından belirlenen belirli kurallara bağlı olduğuna dikkati çekiyor. Sonuçta Dogville’nin senaryosu, zaman ve mekan algısının dışına çıkarak izleyicinin alışagelmiş yaşam rutinleri ile olan ilişkisini keser ve bizleri insan doğasının sert, kötü ve bir o kadar da merhametsiz gerçekliğiyle yalnız bırakıyor.
Minimalist mekanda maksimum şiddet
Dogville filmi, mekansal bir gerçeklikten uzaklaşarak kendisini bir toplumsal mikro-evren haline bürüyor. Çünkü siyah bir stüdyo planında evlerin ve sokakların sınırı beyaz bir tebeşirle çiziliyor. Bu minimalist sahne-mekan yorumu, teatral olarak inşa edilmiş bir yerleşim uzamını temsil ediyor. Bu sayeden Trier, sinemanın görsel unsurlarını bir kenara bırakarak izleyicinin odağını oyuncuların eylemlerine yöneltiyor.
Grace, seçimlerini kendi iradesiyle yaptığı için bu çizgilerin içinde her ne kadar özgürmüş gibi algılansa da aslında genç kadın, kasabanın bir sis perdesiyle kapatılmış kuralları tarafından her yönden kuşatılıyor.
Bu açıdan film, sahnede çağdaş bürokrasiyi ‘ahlaki bir hapishane’ metaforu olarak seyircinin önüne çıkarmış olabilir. Kullanılan kostümlere baktığımızda ise; karakterlerin sosyal sınıfı, statüsü ve ahlaki konumu hakkındaki ipuçlarını fark edebiliriz.
Dogville’in sakinleri: Birey değil, günah tipleri
Filmde Grace’i canlandıran Nicole Kidman, bence bu film sayesinde kariyerinin en iyi performansını sergiliyor. Kidman, Grace’in içsel dönüşümünü ve çalkantısını hem basit hem de duygusal açıdan yoğun ve güçlü bir anlatım aracılığıyla performe etmiş.
Farkında mısınız bilmiyorum ama Kidman’ın Grace’in süregiden içsel devinimini kelimelere gerek kalmadan izleyiciye anlaşılır bir şekilde aktarıyor olması Kidman’ın mimik ve jestleri çok iyi kullandığının bir kanıtıdır. Paul Bettany, Patricia Clarkson, Stellan Skarsgard, Lauren Bacall ve John Stuart gibi daha birçok deneyimli oyunculara değinmezsek olmaz. Bu oyuncular; daha küçük çaptaki rollerini, tüyleri diken diken eden bir oyunculukla ortaya koyarak kasabanın ahlaki atmosferinin daha da güçlenmesine katkıda bulunmuş. Filmdeki her bir karakter, çağdaş toplumumuzdaki bireylerin benlik özellikleri açısından bizlere birbirinden farklı örnekler sunuyor: Bencil, korkak, fırsatçı, ikiyüzlü… Asıl sizlere anlatmak istediğim şey, her bir karakterin insan doğasının belirli bir özelliğini sembolize ediyor oluşudur.
Filmde en çok etkilendiğim ve izleyiciyi de oldukça etkilediği düşündüğüm sahne, Grace’in kasabadakilerin isteği üzerine boynundan ve bileklerinden zincirlenmesidir. Grace’in yaptığı tüm iyilik ve yardımlara rağmen halkın onu zincire vurması, Grace’in köleleştirilmesi anlamına gelir ve bu durum da toplumun ‘ahlaki’ maskesinin düşüşünü simgeler. Bu sahne sadece bir ‘şiddet’ davranışını değil, aynı zamanda insan doğasında var olan ikiyüzlülüğü ve kötülüğü görsel açıdan temsil eder niteliktedir. Bu zincirlenme sadece fiziksel bir cezalandırma değil, ayrıca birey üzerinde uygulanan sosyal kontrolün de bir kanıtıdır. Ek olarak prangalara vurulma olayı, halkın onun her davranışını yakından izlemesine yol açarak bizlere ‘gözetim toplumu’ kavramını yeniden gündeme getirir. Aslında buradan şöyle bir argümantasyon da çıkarabilmemiz mümkündür: düşünceme göre, kendine tapmayan kişi daha dünyaya gelmemiştir. Hiçbir aklın eleştirel yardımı, insanı ‘dogmatik uyku’sundan uyandıramaz. Çünkü her bir bireye göre, evrendeki en sabit ve değişmez nokta kendisinden başkası değildir ve olamaz. Eğer bir insan bir fikir uğruna ölmüşse nedeni, fikrin onun olmasından ve hayatının nihai amacı haline gelmesindendir. Herkes kendisi için yüce bir dogmadır; hiçbir ilahiyat, tanrısını bizim benliğimizi koruduğumuz kadar koruyamaz.
Ahlaki evrenselliğe gri bir itiraz…
Dogville filminde gözümüzden kaçmaması gereken kısımlara da değinmek istiyorum. Hikaye boyunca Von Trier, izleyiciyi bir gözlemci konumuna yerleştirerek kendi ahlaki değerlerimizle yüzleşmemize yardımcı olur. Kamera genellikle her şeyi yukarıdan yani üst açı ile gören bir göz olarak kullanılır ve bu kullanım sayesinde izleyicinin konumunu belirleyen kavram Tanrı’nın ve vicdanın temsilcisi olmasında yatar. Böylece izleyicinin duygusal tepkisi, eleştirel bir farkındalığa yol açar. Usta yönetmenin bu yaklaşımı, Brecht’in ‘epik tiyatro’ kavramıyla aynı doğrusal düzlemde ilerler. Filmin merkezinde kayda değer bir eleştiri yatar: Başlangıçta Dogville halkı Grace’e hoşgörüyle yaklaşır, ancak bu hoşgörü halkın tamamen kendi çıkarlarına yaslanıyor. Grace’in iyiliği, Marx’ın ‘Das Kapital’ eserinde öne sürmüş olduğu üzere; kasabanın yozlaşmış ahlak ve normlarını meşrulaştıran bir ‘meta’ haline bürünüyor. Film, Amerika’nın kapitalist topluma yönelik güçlü bir metaforik eleştiri niteliğini bünyesinde bulunduruyor. Grace’in emeği ve bireyselliği sömürü haline gelirken, vicdan ve otorite kavramları baskı araçlarına dönüştürülür. Film, çağdaş kapitalist sisteminin bireyin insani değerlerini nasıl zayıflattığını ve ortadan kaldırdığını seyirciye gösterir. Trier, insan doğasını ‘siyah’ ve ‘beyaz’ renkleri açısından değil; ‘gri’ rengi yönünden ele alıyor. Filmde, tamamen iyi ve kötü karakter bulunmuyor. Bu bakış açısı, ‘ahlaki evrensellik’ kavramının kendisini sorgulamamıza neden oluyor ve iyi ile kötü arasındaki çizgiyi bulanıklaştırıyor. Sonuçta; Dogville’in basit anlatımıyla ciddi temaları irdelemesi, bu filmi diğer filmlerden ayıran en önemli özelliktir. Anlaşılıyor ki Trier için sinema olgusu, sadece ardışık olan görüntüleri izleyiciye göstermenin bir aracı değil; insanların kendi değerleriyle sancılı bir şekilde yüzleşmelerini ve ahlaki düşüncelerini sorgulamasını sağlayan eğitici bir sanat formudur.