Zaman eskisi gibi akmıyor artık. Belki hâlâ 24 saatlik günlerde yaşıyoruz ama sanki her şey daha hızlı, daha yoğun ve daha talepkâr. Yeni nesle baktığımda bunu en çok sabır kavramında hissediyorum.

Sanki “beklemek” fiili, onların sözlüğünden usulca çıkarılmış gibi. Bir videonun yüklenmesi iki saniye sürse uzun, bir uygulama açılırken hafifçe takılsa sorun, mesajlarına birkaç dakika geç dönseniz saygısızlık kabul ediliyor.

Ama sorulması gereken asıl soru şu: Gerçekten sabırsız bir nesil mi yetişiyor, yoksa biz onları bu sabırsızlığa mahkûm mu ediyoruz?

Bugünün gençleri, hızın kutsandığı bir çağda büyüyor. TikTok videolarının saniyelerle yarıştığı, bilgiye erişimin tek dokunuşla mümkün olduğu, her isteğin birkaç tuşla ayağına geldiği bir dünyada... Hal böyle olunca, beklemenin değeri de doğal olarak küçülüyor. Çünkü onlara sürekli “daha hızlı, daha pratik, daha kolay” olanı sunuyoruz.

Yine de tek yönlü bir eleştiri haksızlık olur. Sabır dediğimiz şey, sadece dış koşullarla şekillenmez; aynı zamanda bir seçimdir. Belki de gençlerin sabırsızlığı, aslında bizim “sabır” diye öğrettiğimiz şeyin ne kadar boşluk dolu olduğunu fark etmelerindendir. Onlar hızlı istiyor, çünkü dünya hızlı. Değişim hızlı. Fırsatlar hızlı. Bu hızın ortasında yavaş kalmak ise çoğu zaman geride kalmakla eşdeğer görülüyor.

Yine de unutmamak gerekir: Bazı güzellikler hâlâ vakit ister.
Bir kitabın içine gömülmek, bir ağacın büyümesini izlemek, bir dostluğun olgunlaşması, emeğin karşılık bulması… Bunların hiçbiri “hız çağı”na göre davranmaz. Gençlerin bunları unutmaması, bizim de onlara hatırlatmamız gerekiyor.

Belki de çözüm, hızı suçlamak ya da gençleri eleştirmek değil. Asıl mesele, hızla akan yaşamın içinde yavaşlamayı bir lüks değil, bir ihtiyaç olarak görebilmek. Çünkü sabır, eskiden olduğu gibi bugün de insana iyi gelir; derinlik kazandırır, düşünmeyi öğretir, olgunluğu getirir.

Ve belki de en önemlisi:
Sabır, insanın kendisiyle kurduğu bağın en sessiz ama en güçlü halidir.

Sevgiyle kalın...