Kurban Bayramının ilk günü eşim, kızım ve damadımla Salihli’ye dünürlerimize gittik. Sağ olsunlar, bayramlaşma sonrası bize mini bir Salihli turu da yaptırdılar. Nostalji yaşattılar.
Babamın kaybından sonra sattığımız, 80 Evler Sitesi’ndeki evimizi gösterdiler bize. Duygu yüklü dakikalar yaşadım. Yaşaran gözlerime de engel olamadım.
Ufuk Apartmanı’nın dördüncü katındaydı evimiz. Muğla Eğitim Enstitüsü’nde okuyorken almıştık bu daireyi. Ailece yaşadığımız o mutlu yılları, balkon sefalarını unutmam ne mümkün! Bergama’da öğretmenlik yaparken her Cuma akşamı bu mutlu yuvamıza dönmek için can atardım.
Apartmanın hemen girişindeki Lütfiye Hanım, beni görür görmez benden önce dördüncü kata çıkar anneme ‘’ Recai geldi.’’ müjdesini verirdi.
Gözlerim yine Lütfiye Hanım’ı aradıysa da göremedim. Kilolu bir genç kadın vardı kapının önünde. Recai olduğumu anlayınca o da bir hoş oldu. Fadime’ydi karşımdaki.
O zamanlar henüz beş altı yaşlarında bir çocuktu. Yanındaki da kardeşi… Buyur edip içeri aldı bizleri. Geçip giden yıllara olan özlemimizi ve evi satmış olmanın pişmanlığını paylaştım onlarla. Evdeki orta yaşlardaki bey de eşi oluyormuş. Maalesef üç dört yıl önce yitirmişiz Lütfiye Hanım’ı.
Konu; dairelerin sağlamlığından, iyi komşuluk ilişkilerinden başlayıp anneme ve babama olan sevgi ve saygılarına geldiğinde her üçünün de ‘’ Allah razı olsun Kazım amcadan! ‘’ sözlerine geldiğinde ağlayasım geldi. Çok duygulanmıştım.
Çünkü Ufuk Apartmanı bahçesindeki, apartman boyundaki bütün çam ağaçlarını babam dikmişti eve taşındığımız günlerde. İki üç tanesinin dikiminde ben de yanındaydım babamın.
Manisa Tarzanı’nın genlerini taşıyor olmalıydı babam. Nereye gitse, eğer ki bahçesi varsa girip çıktığı evin hemen bir ağaç fidanı dikmek gibi bir özelliği vardı babamın. Bergama’nın Sarıdere’sinde görev yaparken de lojmanın bahçesine mevsimine uygun sebze tohumları eker, ne baklaya ne maydanoza ne de diğer yeşilliklere muhtaç kalırdık.
Babam varsa orada bolluk olurdu. Yeşillik olurdu.
*
Özellikleri olan bir adamdı.
İlkokul diploması yoktu. 60’lı yılların ortalarında ilkokul, sonlarına doğru ise ortaokul diploması almıştı. O günlerde nasıl ders çalıştığına ben de tanık olurdum. Koltuğunun altındaki kitaplarla sınavlara gidip geldiğine iki üç kez ben de tanık olmuştum.
Lise diploması için de çok çabaladı ama İngilizce engelini aşamadı maalesef.
Tam bir enstitü ruhluydu canım babam. Arabasının bakımını ve ufak tefek tamir işlerini hep kendisi yapardı. Buzdolabı, çamaşır makinesi, tıraş makinesi, ütü, fırın arıza yaptı diyelim. Evelallah, her birinin üstesinden gelirdi. Berbere hiç gitmezdi. Çünkü saç tıraşını da sakal tıraşını da hep kendisi yapardı. Babamı bir günden bir güne sakallı görmediğim gibi, ensesine inmiş kıllarla da görmedim hiç.
İnci gibi yazısı vardı. Çok güzel resim yapardı. Ortaokuldayken benim bütün resim dersi ev ödevlerini o yapardı. Öğretmenim Tomris Hanım’ın, ‘’ Yine babana yaptırdın değil mi Recai? ‘’ sözünü çok duymuşluğum oldu. Filiz Sokak’taki evimizin bahçesi her türden meyve ve sebzeyle doluydu. Şeftaliye, eriğe, kayısıya, marula, soğana, rokaya, domatese hiç para vermiyorduk örneğin.
El becerisi babam gibi tartışılmaz bir adam tanımadım ben.
Köprübaşı yıllarımızda ( 1959-1964) eve hergün bir gazete getirirdi.
Salihli yıllarımızda ise gazeteci Kara Metin her akşamüzeri evimize Cumhuriyet- Akşam- Son gazetelerini bırakırdı. Akşam sofrasında rakısını yudumlarken de hep bana Çetin Altan’ın köşesini okuttururdu.
Yemekten sonra da illa TÖB-DER’li öğretmenlerin gittiği lokale gider, iki saat kalır dönerdi eve. Öğretmen dostuydu. Mehmet Duraker, Vedat Öztürk ve Mehmet Alptekin en iyi konuştuğu/ oyun oynadığı arkadaşlarıydı.
Salihli’de üzüm tüccarlığı yapıyordu. Üzümde ve tütünde sömürüye son mitingi yapılacaktı. Adliye binasının oralarda yürüyüş hazırlıklarına başlamışken bir de ne göreyim, sağımda babam! Tüccar Kazım Şeyhoğlu da bizimle…
Başka bir Salihli anısı… Maden İş, MESS’e karşı savaşım veriyordu. Bizler de İGD’liler olarak bağış topluyorduk Maden İş’e… Melek Dirgen ile Kocaçeşme bölgesindeki tüccarlardan bağış toplama işine biz soyunmuştuk. O gün sadece bir tüccar Maden İş’e bağışta bulunmuştu. 100 lira ile Kazım Şeyhoğlu!
Ankara’da ODTÜ’lü öğrenci Ertuğrul Karakaya öldürülmüştü.
Cenazesi Salihli’ye getirilmiş, olağanüstü bir kalabalıkla toprağa verilmişti. Yürüyüşün en önünde bildiğim bir insan vardı: Babam!
Ertuğrul’un evi bizim evin (Stadyum arkası) arkasına düşüyordu. Yani komşumuzdu.
CHP-SHP üyesiydi. Partisinin her mitingine koşar, konvoylara katılır, sorumluluklarını yerine getirirdi. SHP İlçe Başkanı Dr. Ahmet Kocabıyık,’’ Kazım amcam bir tane! ‘’ derdi. Partisine hep veren ama hiçbir şey istemeyen olduğu için Ahmet abi, çok severdi onu. İyi bir partiliydi.
Öğretmen olarak ilk atandığım Urfa’da yoldaşımdı, mesai arkadaşımdı. Tek öğretmendim ve ne yapacağımı bilmiyordum. Okulun eksiklerini gideren, bakımını yapan canım babamdı! Tamı tamına 20 gün kalmıştı yanımda.
Bir bana mıydı yaptığı?
Kardeşim de bir yıl sonra Elazığ’a atanmıştı. Bu kez 20 gün kadar da kardeşimin köyündeydi. Babam, öğretmen âşığı bir adamdı. Öğretmen olacak bir adamdı.
Sarıdereliler bilir. Okulumu boyayan, badanasını yapan, akan yerleri onaran, tek öğretmen olduğum için arada bir dört ve beşinci sınıflarla ilgileniveren de yine babamdı.
Sarıdere’nin benim/ annemin ve babamın yaşamında ayrı bir yeri var. O kış gecelerinde lojmanda her birimizin elinde Orhan Kemal romanı olurdu.
Kızımın doğduğu yıl ve sonrasındaki dört yıl, yaz tatillerinde iki aylığına Dikili’de ev tutuyorduk. Kiranın dörtte üçünü o ödüyordu. Et ve balığı, rakıyı alan da oydu. Sıkı bir etoburdu babam. Emek Ve Barış Şenlikleri’ndeki panelleri hiç kaçırmazdık. Birlikte deniz keyfi yapardık ailece. Her akşam, balkonda balığımızı yer, rakımızı yudumlar, sonra da gazinolardan birine gider oturur, çiğdem çekirdek çitletir, dondurma yerdik.
En iyi tatil arkadaşlarımdı her ikisi de…
Tatil deyince…
Ülkemizin dört bir köşesini bize babamla amcakızı olan eşi/ annem tanıttı. Nasıl mı?
Yıllar önce 20 günlüğüne her yaz tatilinde bölge bölge dolaşmıştık ülkemizi. İllerin plaka numaralarını en iyi annem bilirdi. Çünkü hep not alırdı. Arabamızda her türlü mutfak malzemesi de bulunduğundan bir dere ya da göl kenarından geçiyorsak çay kahve faslı yapmayı asla ihmal etmezdik. 7 coğrafi bölgeyi tanımış olmayı onlara borçluyum.
Konu komşu da haklı olarak imrenirdi bize.
Böylesi bir baba ve anneye sahip olduğum için ben de çok şanslı görüyorum kendimi.
90’lı yıllar…
Artık Salihli sayfasını kapatıp İzmirli olmuşlardı.
Onlar bana/ bize çok şey yaptılar ya…
Şimdi sıra bendeydi.
Devlet Tiyatrosu Konak Sahnesi’ndeki bütün oyunlar için toplu bilet alıyordum. Her oyuna birlikte gidiyorduk. Annem, babam, eşim, kızım ve ben…
Sendikamızın etkinliklerine de…
EĞİT-DER İzmir Şubesi’nin düzenlediği her Cumhuriyet Balosu’nda da birlikte oluyorduk. Köy Enstitülü öğretmenlerle birlikte sahneye çıkıp Ziraat Marşı’nı söyleyen canım babamdı. Bu marşı nasıl ve kimden öğrenmiş, keşke zamanında kendisine sorup öğrenmiş olsaydım. Şu vardı ki sahnede coşkuyla bu marşı söyleyen babamdı.
Annemle piste çıkıp Harmandalı oynayışları ise hiç gözümün önünden gitmiyor.
O balolar ve etkinliklere katılımları nedeniyle çok arkadaşım annemi de babamı da enstitülü bildi uzun yıllar.
Kütüphanecilik yaşamımızdaki Kazım Şeyhoğlu’na gelince…
Yeşilyurt’ta karşılıklı apartmanlarda oturuyoruz.
O gün açılışımız var diyelim. Sabahın sekizinde kapımızı çalar, ‘’ Haydi çocuklar, hazırlanın! ‘’ derdi. Bizden daha mı heyecanlıydı yoksa, bilmem ki…
Annem, açılışlarda Pir Sultan Abdal’dan deyişler okuyor ya…
O günün akşamı ya da ertesi gün çok duymuşumdur mahcemali anneme söylediği şu sözleri: ‘’ Amcakızım, seninle gurur duyuyorum! ‘’
Gelinlerinin biricik kayınpederiydi.
Torunlarının bi tanecik büyükbabaları!
Atatürk’e ve İsmet Paşa’sına biri dil uzatacak haa!
Küfür konusunda ise Şair Eşref ile Can Yücel’le yarışacak denli bir üstünlüğü(!) vardı.
Benim onunla birlikteliğim çok oldu. Koleji bitirdiğim yıl üniversiteye girememiştim. Fizikçi Yusuf Sengelli’den özel dersler alıyor, dershaneye gidiyordum. Herhalde bıkıp usanmış olmalıyım ki mağazamızda ona yardım etmeye başlamıştım. Teşvik için bana sermaye vermiş, ‘’ Sen de al, sat’’ demişti. Eklemişti; ‘’ Ama ben senin tüccar değil doktor olmanı isterim.’’
İlkokul yıllarımdan beri hep doktor olmamı isterdi.
Eşimle 1987’de üniversite sınavına girmiştik. ‘’ Hatice kızım, eczacılık fakültesini kazanacak olursan sana şimdiden söz, eczaneni ben açacağım! ‘’
Tıbba olan bu ilgisi nedendi bildiğim yok ama çocukluğumda yaşadığım şu olayı hiç unutamıyorum. Henüz ilkokul öğrencisiyim. Birinci sınıf ya da ikinci sınıftayım.
9 tavuğumuz zehirlenmişti. Bunun ayırdına varan babam, anneme talimat yağdırıyordu: ‘’ Su ısıtın, makas, iğne iplik getirin! ‘’
Evimizin önünde baygın tavukların her birini önüne koydu. Ben de yanıbaşındayım.
Ateşte ısıtılmış keskin bıçakla tavuklarımızın her birinin karnını yardı, içlerini temizledi. Ben de kovadaki sudan babama uzatıyorum. Sonra her birinin karnını dikti.
Hâlâ gözümün önündedir o manzara. Aygın baygın yatan tavuklar bir süre sonra hareketlenir oldular.
Özetle… Babam, genel cerrahlık yapıp tavukların hayatını kurtarmıştı.
O tavukların hiç birini kesip yemedik. Üçünü Ali Bakkala sattığımızı biliyorum sadece.
Yıllarca kurban bayramlarında kestiğimiz kurbanın yüreğini annem hep benim için ayırmıştır. Kesip biçme aşkımı bildiğinden… Kardeşlerim de buna hiç itiraz etmemişlerdir. Her birine teşekkürü borç bilirim bu nedenle.
Bu cerrahlık merakı bana babamdan geçmiş olsa gerek.
Cerrah olsam kimbilir ne kadar mutlu olurdu.
Aslan babam, seni çok özledim.
İhtiyaç duyduğumuzda birinden borç aldığımız oluyor ya…
Ben, babamın birinden borç para aldığına hiç tanık olmadım, biliyor musunuz?
Taksitli işlere de girişmezdi hiç. Kazım Şeyhoğlu farkı!
Haziran ayındayız ya… ‘’ Çocuklar temmuz geliyor. Ayvalık’a gideceğiz değil mi? ‘’ sözü geliveriyor da aklıma, bir hoş oluyorum.