Sever misiniz bilmem… Kaymaklı şambali, dondurmalı süpangle, kaymaklı kazandibi ve aşure.
Herbirine bayılırım ben!  Özellikle de aşureye… İçindeki zengin / benim çok sevdiğim malzemeler hep iştahımı kabartır.
Sade dondurmayı sevmem örneğin. Kaymaksız kazandibiyi de…
Yeme içmedeki bu tercihim yazılarıma da yansımış. Bir tek konuyu enine boyuna ele alıp yazmak yerine farklı farklı konuları da bir yazıya sığdırmaya çalışıyorum hep.
‘’ Bir konuya yoğunlaş da öyle yaz.’’ diyen dostlarıma itiraz ettiğim yok. Söz dinler gibi görünüyorum. Çünkü bir yanlışlık yok sözlerinde. Ama ben hep bildiğimi okuyorum.
                                                                             *
Son bir aydır, günde en azından altı yedi kez Nada’nın söylediği ‘ Una Chitarra e Un’ Armonica’yı dinliyorum. Kahvaltıda, akşam yemeğinde ve yatmak üzereyken…
70’li yıllarda da akşam sabah aynı sanatçının ‘ Ma Che Freddo Fa’sını dinlerdim.
1953 doğumlu Nada, benim gözbebeğim! Şimdi herhalde buruşuk yüzlü bir anneanne ya da babaannedir.
Nada’dan farklı olsalar da Tina Turner, Gloria Gaynor, Aretha Franklin, Shirley Bassey ve James Brown şarkılarını da zevkle dinliyorum. I Will Survive’ı ise  sadece Dorona Alberti’den dinliyorum. Onun  kadar güzel söyleyen başka birini tanımıyorum. G. Gaynor bile olsa…
Engelbert  Humperdinck’in ‘ Take My Heart’ı  hâlâ belleğimde. 1969’da ezberlemiştim.
Tom Jones’un ‘Delilah’ ı ise beni  öyle etkiliyor ki… Alıp bir başka dünyaya götürüyor. Hüzün dolu bir  galaksiye.
Edith Piaf ve Mirelle Mathieu da  çok dinlediklerimden.
King Crimson’un söylediği ‘ Epitaph ‘ ve The Moody Blues’un ‘ Melancholy Man’i  ile ise kendimden geçiyorum. Kendinden geçmeyen var mıdır acaba?
Ben ‘ Türkü Ana’ diye bilinen Rasime Şeyhoğlu’nun oğluyum.
Dağarcığındaki türkü sayısını ne o biliyordu ne biz… O, bütün türküleri bilirdi. Ben ise ‘ Allı Turnam’ ı bilirim  sadece. Defalarca dinlediğim gibi defalarca da söyleyebilirim.
Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım Bektaşi nefesleri içinde geçtiğinden onlara  karşı  da bir başka aşkım var.
Dostlarla içkili bir yemekteyiz diyelim. ‘ Câna rakibi handân edersin’ i söylemezsem olmaz!
Mediha Şen ise benim için Türk Sanat Musikisinin bülbülüdür. 
Arabesk mi? Ne dinlerim ne yanından geçerim. Ağlak sesli ve hep iktidar ve güç yanlısı olmuş arabeskçilerin adını bile anmak istemem.
                                                                               *
Nada’yı dinleyip dururken Fahrettin Koyuncu’nun’ Zamanın Eleğinden’ adlı günlüğü bir çırpıda bitiverdi. Fahrettin, emekli edebiyat/ Türkçe öğretmeni,’’ Çok okuyorum, az yazıyorum.’’ diyen bir şair-yazar. 
Günlük, 2008-2018 yıllarını kapsıyor.
13 Nisan 2008 tarihli günlüğünde, o günkü Cumhuriyet’te’’ Pazartesi yürekten ameliyat olacağız. Gıllıgışlı bir operasyonmuş, nalları dikersek bozulmayalım, olur böyle şeyler. Dikmezsem…’’ diye yazan İlhan Selçuk’un’ nalları dikmek ‘ tâbirini yakıştıramamış yılların köşe yazarına. Doğru bildiğini  söylemeye  çalışmış Türkçeci olarak. 
Şair Mustafa Fırat da payını almış, ‘ Rüya Sonnet’si  ‘ diye yazdığı için. ‘’ Bu nasıl imlâ yahu? ‘’ demiş Fahrettin öğretmen haklı olarak. 
Fransızca ‘ Sonnet ‘ sözcüğünün Türkçeye ‘ sone ‘ olarak geçtiğini anımsatarak...
 ‘’ Sözcüğü kendi dilindeki şekliyle yazıp ona Türkçe ek getirmenin âlemi var mı? ‘’ diye de uyarıda bulunmuş şaire.
‘ İçimde Çiçekler Açınca ‘ adlı  gençlik romanından hareketle Muzaffer İzgü için’’ … İzgü, bazen dildeki yalınlığı abartıyor. Israrla ‘’ denli, salt, kez, dinlence, ivedi, yontu, us ‘’ gibi sözcükleri kullanıyor. Bu, elbette yazarın tercihidir ancak bu tercihin okurun okuma dengesini bozmaması gerekir. Romanı okuyanlar sık sık ‘’ Bu ne demekti?’’ sorusunu kendisine sormamalı, romanın akışıyla ilgilenmelidir.’’ diyor.
Çalışkan, üretken şair- yazara burada benim de bir sorum var: Bugün o gençlik romanını okuyan gençler sizin kullandığınız ‘’ vesile, cevap, fevkalade, hemhal, ivedi mesela, halet-i ruhiye, inşallah, küsur, şuara, üdeba, tik atmak ‘’ sözcüklerine ne kadar yakın ki…
 Bence öğrenciyi ‘ denli’ den, ‘ dinlence’den, ‘ kez’ den önce  ‘ vesile’, ‘ halet-i ruhiye’, ‘ küsur ‘  sözcükleri yoruyor/ yoracak. Bu sözcükleri her gördüğünde ‘’ Bu ne demekti? ‘’ diye soracak.
Muzaffer İzgü, dildeki yalınlığı abartmıyor aksine gereğini yapıyordu.
Sayın Koyuncu, Sayfa 139’da  ise ‘ İstikşafi görüşmeler… ‘ başlıklı yazısında  ‘’ ön görüşmeler ‘’ demek varken ‘’ istikşafi görüşmeler ‘’  diye konuşan siyasetçileri eleştiriyor.
Böyle yapanlar için şu esprili tümceyi kullanmış: ‘’ Böyle yapanlara bir kitabımın adıyla sesleniyorum: Ağzına Biber Sürerim! ‘’ 
‘’ Dil tadı mı, öz Türkçe inadı mı derseniz, ben dil tadı derim.’’ diyor Koyuncu.
Yontu dışında; denli, salt, kez, dinlence, ivedi ve us’ta dil tadı var bence.
‘’ Hamama giren terler’’ i biliyordum da ‘’Harmana giren porsuk dirgene dayanır.’’ı hiç işitmemiştim doğrusu. Meğerse atasözümüzmüş. Bu da benim cehaletim. (Bu da benim bilisizliğim, demiyorum, çünkü o söyleyişte dil tadı bulmuyorum.)
Fahrettin öğretmenime bu atasözünü bana öğrettiği için teşekkür ediyorum.
‘’ Edebiyat dergisi okumak, bir şair olarak benim görevim. Ayda yedi-sekiz edebiyat dergisi okuyorum. Dergilerim hep gözümün önünde durur evde. Tik attığım, yani güzel bulduğum şiiri bir daha okurum. Ortam uygunsa bu güzel şiiri eşime okur ya da okuturum. ’’
‘’ Şair, kendini var eden dilden aldıklarını şiirleriyle o dile vermesi gereken kişidir bana göre.’’
Böyle diyor sevgili Fahrettin Koyuncu.
Şu bir gerçek ki şiire kafa yoran, şiirle oturup şiirle kalkan bir şair Fahrettin öğretmenimiz. Aydın Şimşek’in ‘’ İzmir’de okumaz yazar çok! ‘’ değerlendirmesinin dışında biri.
Ahmet Günbaş için ‘’ Ahmet Günbaş, hem sıkı bir şair hem de sıkı bir şiir eleştirmeni’’ derken Mehmet Mümtaz Tuzcu için ise ‘’ Tuzcu’nun şiirini duyumsuyorum, sesini seviyorum onun şiirinin.’’ diyor ve Tuzcu okumamızı öneriyor.
Günlüğünde en çok Erşen Akar, Bâki Ayhan T.,Mustafa Fırat, Ahmet Günbaş, Hakan Keysan, Rüştü Onur, Asım Öztürk, Hüseyin Peker, Can Sinanoğlu, İbrahim Tığ, İbrahim Yıldız yer almış.
Şiir coğrafyamızın öznelerini olduğu kadar, şiire emek veren her şairi anmaya çalışmış günlüğünde. Çoğuyla da arkadaş zaten.
Çoğu dergi sahibiyle de dostluğu var.
Günlüğünün ikinci bir alt başlığı olsa olsa herhalde ‘’ Şairlerle Söyleşi ‘’ olurdu.
Yazımızın sonunu kitapta yer alan Mustafa Köz’ün bir anısıyla bitirelim:
‘’ 2000’lerin başıydı. Geçmiş gün. Dağlarca’ya Kadıköy’de kamyon çarpmıştı. Karşılaştık. Geçmiş olsun dedim, kamyon çarpmış! Tabii ki kamyon çarpacak, dedi sözü uzatmadan. Ben Dağlarca’yım, bisiklet çarpacak değil a! ‘’
Şiire sevdalı olanların, Türkçe öğretmenlerinin zevkle okuyacağı bir günlük ‘’ Zamanın Eleğinden’’
                                                                            *
İzmirli şair – yazarların her biriyle muhabbetim yok.
Muzaffer İzgü ile hem yoldaş hem komşuyduk. Her karşılaşmamızda hep ‘’ Rasime Hanım nasıl? ‘’ der, beni mutlu ederdi. Annemin her daim hatırını soran Yekta Güngör Özden ile Fahir Işıksız’dır. Bir de anısı güzel Muzaffer abi! Annemi bir kütüphane açılışımızda ‘’ Kütüphaneciler İmparatoriçesi ‘’ ilân etmişti. 1995’te ilk kitabım çıktığında beni nasıl da kutlamıştı, görecektiniz. Alfabetik sırayla çok sevdiklerim Avram Ventura, Aydın Şimşek, Efdal Sevinçli, Hidayet Karakuş, Hüseyin Yurttaş, Mehmet Atilla, Ünal Ersözlü ve Yusuf Alper.
Her birinin muhabbeti ayrı bir tat verir bana.( Muhabbet yerine söyleşmek fiilini mi kullansaydım  yoksa? Bence dil tadı ‘ muhabbet ‘ sözcüğünde var.)
Büyükşehir belediyesi başta olmak üzere neden CHP’li ilçe belediyeleri şair ve yazarlarımızla  bir araya gelip edebiyat-sanat üzerine görüş alışverişi yapmazlar, anlamış değilim.
Belediyelerin kültür müdürlükleri konusunda İzmir’de bir sıkıntı yaşanıyor. Biri Marmaris’tan diğeri Samsun’dan gelen iki ithal kültür müdürümüz var örneğin. İzmir’de bu işi yapacak kapasitede birileri mi yok? Başkanlar ya da ilgili başkan yardımcıları yukarıda adlarından söz ettiğim değerli şair ve yazarlara ya da Türkiye Yazarlar Sendikası ile Edebiyatçılar Derneği’nin İzmir Temsilciliklerine neden bu konu için danışmazlar?
Kültür müdürü, kültür müdürlüğünü yapabilecek donanıma sahip biri olmalı.
Ayvalık ve Alaşehir’de bir ara kültür müdürlüğü koltuğunda oturan kişiler başçavuştu. Kuşadası’ndaki de kitap/ tiyatro/ müzik dışında kalmış bir turizmciydi. Karşıyaka’nın önceki kültür müdürü iki buçuk yıl sürdürdüğümüz bilim-sanat ve edebiyat söyleşilerinin hiç birine katılmamıştı örneğin. Bergama’nın bugünkü kültür müdürü ise eski AKP’li başkanın özel kalem müdürü yanılmıyorsam.
Kültür müdürleri, en azından sanat disiplinlerinden birine yakın kişiler olmalı. Ya da organizasyon gücü ve yeteneği gelişmiş biri olmanın yanı sıra bir besteciye, şaire, eğitimciye, akademisyene vb. bir çırpıda ulaşabilecek becerisi olan biri olmalı.
6 - 7 yıl kadar, yarım gün okulumdaki mesaimden sonra Konak Belediyesi Kültür Müdürlüğü’nde  geçirmiştim zamanımı. Paneller, konferanslar, dinletiler düzenliyorduk. Bir ara da Bahar Hanım ile Gezi Kolu’nun sorumluluğunu üstlenmiştim. Belediye personelini yakın çevremizdeki tarihi kalıntıların olduğu ilçelere götürüyor, tarih ve sanat tarihi bilgilerimizi geliştiriyorduk. Bu arada İzmir’in edebiyat ve bilim dünyasında öznesi sayılan kişilere de ulaşıp tanışıyordum. Birçok kişi beni kültür müdürü Salim Çetin’in yardımcısı bilir olmuştu. Şaka bir yana, Salim’in yamaklığını yapmış, büyük mutluluklar yaşamıştım o yıllarda.
Erdal İzgi ve Muzaffer Tunçağ  Başkanla dostluğum o günlerden… 
Kültür müdürlüğü için staj yapmıştım adeta.
Şimdiki kültür müdürlerinde böyle bir deneyim var mı merak ediyorum.
                                                                                   *
Ankara, İstanbul, Bursa, Muğla, Adana gibi illerde öğrenci ve öğretmenlerle söyleşi için bir araya gelen/ davet edilen şair- yazar Mehmet Atilla’ya ulaşılıp roman ya da çocuk edebiyatı üzerine  herhangi bir kültür merkezinde neden bir söyleşi düzenlenmez örneğin?
Yusuf Alper, şair ve yazarlığı dışında psikiyatri profesörü. Niçin onunla sınav öncesinde bir kültür merkezinde öğretmen ve öğrencilerle bir araya gelinmez? Kaldı ki hiçbiri de bu iş için  belediyelerden  para pul istemez!
Şu işe bakın siz, Kent A.Ş. istedi diye Latife Hanım Köşkü’ndeki Mehmet Atilla Kitaplığı, Mehmet Atilla ve kitaplığı kuranlara danışmaya bile ihtiyaç duymadan kapatılıyor. Kitaplara da el konuluyor. Gasp değil mi bunun adı? Nezaketen sorulamaz mıydı hiç?
İki buçuk yıl süren söyleşiler de kültür müdürünün isteğiyle son bulmuş oldu.
Belediyeler, kafeler, kahvehaneler, işyerleri hatta bazı pastaneler kitaplıklar kurma konusunda birbirleriyle yarışırken Türkiye’nin Batı’ya açılan penceresi İzmir’in Karşıyaka’sında 2 binin üzerinde kitabın bulunduğu 10 yıllık Mehmet Atilla Kitaplığı kapatılıyor. Başkanımız da bir açıklamada bulunmuyor.
Bu konuyu yakın zamanda gideceğim Midilli’deki Public Library’de dile getirdiğimde oradaki dostlarımız ne düşünürler dersiniz?
 Sofya, Selanik, Atina ve Üsküp Milli Kütüphanelerinde Türk ve Müslüman arkadaşlarla tanışmıştım 2017’deki Balkan gezilerimde. Her bir kütüphaneye de birer kitabımı vermiştim.
 ‘İzler ve Yankılar’ kitabım oralarda raflarda. 
4-5 kez gittiğim Belçika’da ise Brüksel’deki Kraliyet Kütüphanesi’nde Michel ile tanışmış, iki kitabımı bırakmıştım oraya da.  Desem ki onlara ‘’ Karşıyaka’da bir kitaplık kapatıldı.’’
Ne düşünebileceklerini ben tahmin edebiliyorum.
Bu bir yana…
Kültür müdürünün kitaplığın kapatılmasına itiraz etmesi gerekmez miydi diye bir soru geliyor aklıma. Bu soruyu tirajı yüksek bir gazetenin muhabirine mi sordurtmalı yoksa?
İsmail Küçükkaya ile Fatih Portakal’a  mı telefon açsam acaba ?
Merak değil mi, Başkanlar, kültür müdürünü belirlerken liseden sınıf arkadaşım/ komşumun kızı/ vekilin akrabası diye mi belirliyorlar acaba diye düşünür oldum son günlerde.
Liyakat sözcüğünün ne anlama geldiğini bilmeyen başkan varsa biz dile getirmiş olalım:
Layık olma, yaraşma, yaraşırlık, uygunluk, yeterlilik.
Müdürünüz bu özelliklere gerçekten sahip mi? Lütfen, bunun muhasebesini iyi yapın sayın başkanlar.
                                                                                *
BBC’ye göre Suriye’nin kıyı kenti  Banyas’ta çoğunlukla Alevilerin  yaşadığı El Kusur Mahallesi sakinleri, sokakların cesetlerle dolu olduğunu söylüyor.
You Tube'da şöyle bir haber var: Suriye/ Lazkiye ve çevresindeki çatışmalarda 745 Alevi sivil hayatını kaybetti. 
Özetle, 6-7 Mart’tan bu yana Suriye’de bir Alevi katliamı yaşanıyor. Bütün dünya da bunu BBC’den öğreniyor. Bana gelen bir video  ise tüyler ürpertici!
Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı ve hık deyicisi  bu konuda ne diyor?
 Belki de dinlediniz onları. Yorumu siz yapın. Ben ağzımın tadını bozmak istemiyorum.  
                                                                               *
Nada, şarkı- türkü, Muzaffer İzgü, Fahrettin Koyuncu, kültür müdürleri, Suriye…
Aşureye benzemiş mi yazımız?