Her yıl 10 Aralık’ta kutlanan İnsan Hakları Günü, dünya tarihinin belki de en önemli ahlaki kazanımlarından birinin yıldönümüdür. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 10 Aralık 1948’de kabul ettiği İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, insanlığın uzun karanlık dönemlerinden süzülerek gelen bir umudu simgeler.
Savaşların, soykırımların, toplu acıların içinden geçen insanlık, nihayet herkes için onur, özgürlük ve eşitlik temelli ortak değerlerin sözleşmesini yazabilmiştir. Fakat bu metni sadece bir kutlama vesilesi değil, aynı zamanda bir mücadele çağrısı olarak görmek gerekir. Çünkü insan hakları, kağıt üzerinde yazıldığı kadar hayatta karşılığını bulmakta hala zorlanıyor.

İnsan haklarının özü çok basittir: İnsan sırf insan olduğu için haklara sahiptir. Irkına, cinsiyetine, diline, inancına, düşüncesine, ekonomik durumuna bakılmaksızın, her insan onurludur ve devletler bu onuru korumakla yükümlüdür. Fakat bugün dünyaya baktığımızda, bu cümleyi söylemek kolay olsa da hayata geçirmek hala güçtür. Savaşlar, göçler, nefret suçları, emek sömürüsü, yoksulluk, kadın cinayetleri, ifade özgürlüğüne baskılar, çevre tahribatı… İnsan hakları başlığının kapsamadığı tek bir sosyal sorun dahi yoktur.
Bugün özellikle Ortadoğu’da, Afrika’da, dünyanın çeşitli bölgelerinde insanlar yalnızca kimlikleri nedeniyle ölümle karşılaşıyor. Sınırlar yeni duvarlarla çevrilirken, sığınma hakkı bir hak olmaktan çıkıp bir “güvenlik tehdidi” gibi görülmeye başlanıyor. Yalnızca farklı düşündüğü için yargılanan gazeteciler, görüş belirttiği için hedef alınan gençler, eşitlik istediği için saldırıya uğrayan kadınlar ve LGBTİ+ bireyler… İnsanı insan yapan en temel taleplerin bile tehdit altında olduğunu görüyoruz.

Türkiye açısından da İnsan Hakları Günü, yalnızca dünyaya bakarak değil, kendi iç gerçekliğimize dönüp bakmak için bir fırsattır. Vicdanlı bir toplum, hukuka güven duyan bir yurttaşlık düzeni, ancak insan haklarına dayalı bir devlet anlayışıyla mümkün olabilir. Bugün ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, örgütlenme ve sendikal haklar, kadınların eşitlik mücadelesi, yoksulluk içinde yaşayan milyonların sosyal hakları, işçi sağlığı, çevre hakkı gibi başlıklar, ülkemizde insan haklarının güncel sınav alanlarını oluşturuyor. Hak ihlallerini yalnızca hukuki değil, aynı zamanda ekonomik, sosyal ve sınıfsal bağlamda ele almak zorundayız.
Çünkü insan hakları denen kavram, sadece “hak sahipleri” üzerinden değil, aynı zamanda “hakları teslim etmesi gereken devlet” üzerinden düşünülmelidir. Devlet sosyal devlet olma yükümlülüğünü yerine getirmediği sürece insan hakları eksik kalır. İşçi emeğinin sömürüldüğü, memurun güvencesizleştirildiği, asgari ücretin açlık sınırının altında kaldığı koşullarda insan haklarından nasıl bahsedilebilir? İnsan hayatı ucuzsa, iş kazası “kader” diye yorumlanıyorsa, barınma hakkı yalnızca bir piyasa meselesine indirgenmişse, aslında toplumun temel insan hakları ağır biçimde ihlal ediliyor demektir.

Bu nedenle İnsan Hakları Günü, yalnızca soyut ilkelerin dile getirildiği bir gün değil, somut eşitlik ve adalet taleplerinin seslendirildiği bir gün olmalıdır. İnsan hakları savunucuları, sendikalar, emek örgütleri, kadın hareketi, çevre mücadeleleri aslında aynı cümleyi kuruyor: “İnsanca bir yaşam haktır.” Emeğiyle yaşayan herkes bilir ki sosyal haklar olmadan insan haklarından söz edilemez. Barınma hakkı, sağlık hakkı, eğitim hakkı, güvenli çalışma koşulları, sendikal örgütlenme hakkı insanların yalnızca hayatta kalmasını değil, onurlu bir yaşam sürmesini sağlar.
Bugün etkili olan otoriterleşme eğilimleri, sadece ifade özgürlüğünü değil, toplumsal hafızayı da hedef alıyor. Hak ihlalleri görünmez kılınmaya çalışılıyor, hesap sorulması gereken yerde sessizlik teşvik ediliyor. Oysa insan hakları, “sessizlik” ile değil, ancak hatırlamak, konuşmak ve mücadele etmek ile var olabilir. Çünkü hak mücadelesi tarihi, aynı zamanda unutmaya karşı bir hafıza mücadelesidir.

İnsan Hakları Günü, bir umut takvimi gibidir. Her yıl bize yeniden hatırlatır: İnsanlık henüz yolun sonuna gelmedi. Evet, eksikler var, ihlaller var, acılar sürüyor. Ama aynı zamanda mücadele eden insanlar, örgütlenen emekçiler, sesini yükselten gençler, direnen kadınlar, bilim insanları, gazeteciler ve vicdan sahibi yurttaşlar da var. İnsan hakları, tarihten bugüne bir ideal olarak değil, hak edilmiş bir gerçeklik olarak taşınmak zorundadır.

Sonuç olarak, bugün bize düşen en büyük görev, insan haklarını söylem seviyesinde değil, yaşam pratiğinde savunmaktır. Her birey insan olduğu için değerlidir ve hakları vardır. En temel adalet duygusu da bunu kabul etmekten geçer. Bu yüzden insan hakları yalnızca hukuki bir belge değil, daha eşit, daha özgür, daha adil bir gelecek iddiasıdır. Ve bu gelecek ancak birlikte mücadele ederek kurulabilir. Çünkü insan hakları ancak insanı savunan bir toplum kurulduğunda gerçek anlamına kavuşur. Ekmeği, özgürlüğü, eşitliği ve yaşamı savunan herkes, insan hakları mücadelesinin doğal bir parçasıdır.

10 Aralık, tam da bu yüzden yalnızca bir gün değil; insanlığın vicdanının her gün yeniden uyanması gereken bir çağrıdır.