25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü acı istatistiklerin ve haberlerin paylaşıldığı bir günden ibaret olmamalıdır. Kaç kadının öldürüldüğü, kaç kadının uzaklaştırma kararına rağmen korunamadığı, kaç kadının kendi evinde boğularak, sokakta bıçaklanarak, iş yerinde hayatını kaybettiği sayılara ve yüzdelere indirgenecek basitlikte değildir.
Sayılar şiddetin düzenin ne kadar içine işlemiş olduğunu görünmez kılıyor. Çünkü şiddet, tikel bir davranış bozukluğunun sonucu değil, toplumsal düzenin kendisini ayakta tutma biçimidir. İstatistik ise bizim esas soruna yabancılaşmamıza neden olmaktadır.
Bu nedenle bugün, “kadınlar cinsiyetleri yüzünden şiddet görüyor” demek kısmen doğru olsa da yetersizdir. Cinsiyet, şiddetin nedeni değildir; şiddeti mümkün kılan tarihsel örgütlenmenin adıdır. Şiddetin kökeni kadınlıkta değil; kadınlığın bir emek biçimi olarak nasıl tanımlandığında yatar. Kadın bedeni, zamanı ve emeği, yalnızca biyolojik değil, aynı zamanda ekonomik, kültürel ve siyasal bir yatırım alanıdır. Dolayısıyla, şiddeti anlamak için önce bu yatırımın mantığını görmek gerekir.
Kapitalist-ataerkil düzen, üretimi ayakta tutmak için yalnızca makinelerin değil, insanların da her gün üretime hazır olmasına ihtiyaç duyar. Sistemin yeniden üretimi için gerekli bu süreç tarih boyunca kadın emeğinin derin sömürüsü üzerine kurulmuştur. Böylece kadınlar birer kişi olmaktan çok “yeniden üretim aygıtı” gibi kodlanır. Bu yeniden üretim dediğimiz süreç, yemek pişirmek, çocuk yetiştirmek, yaşlı bakmak, temizlik yapmak, duygusal destek vermek, gündelik hayatı yumuşatmak gibi emeklerden oluşan geniş bir sorumluluk havuzudur. Bu sorumluluk da çoğunlukla kadınların sırtındadır.
Şiddet, kadınların bu alandan çıkmasını engelleyen, itirazı bastıran, arzuyu disipline eden bir mekanizmadır. Modern devletlerin kuruluşu sırasında kadın bedeninin denetlenmesi “ahlak” meselesi olarak gösterilse de esasen ekonomik bir meseleydi. Bugünün şiddeti de aynı çizginin devamıdır: Kadının bedenini, emeğini ve zamanını toplumsal yeniden üretimin çarklarına sabitleyen bir baskı ekonomisi.
Bu nedenle şiddeti açıklarken faili bir birey olarak görmek eksiktir; fail aynı zamanda tarihtir, devletin kurduğu normlardır, aile idealidir, heteroseksüel düzenin alışkanlıklarıdır. Şiddet, erkeklerin öfkesinin değil, toplumsal-ekonomik düzenin ürünüdür.
Kadın bedeninin mümkün olan her hali bir üretim alanı olarak görülür ve devlet, baba, koca, patron vb tarafından koruma altındaymış gibi gösterilir. Oysa koruma denilen şey çoğu zaman kontrolün yeni bir adıdır. Kadın bedeninin kontrolü, duygusal, ekonomik, cinsel ve mekânsal sınırlamalarla örülür. Bu nedenle şiddet yalnızca vurarak değil, hayatın kılcal damarlarına sızarak işler. Kadının mekânını, zamanını, ilişkilerini ve imkânlarını belirler.
Kadın bedenine yönelen şiddet, yeniden üretim emeğini denetlemenin en ucuz yoludur. Şiddetin kriz dönemlerinde artması rastlantı değildir. Ekonomik gerilimlerin, sınıfsal yoksunlukların, politik başarısızlıkların, işyerindeki yetersizliklerin tüm bedeli kadına kesilir. Dışarıda kaybedilen saygınlık, evin içinde telafi edilmeye çalışılır. “Erkek şiddeti”, sistemin kadın bedenini rejiminin parçası haline getirdiği noktalardan biridir. Bu yüzden şiddet bir sevgi/nefret sorunu değil; sistemin, erkekliğin kırılganlığını kadın bedeni üzerinden onarmayı öğretmesi sonucu çıkan bir durumdur.
Kadına yönelik şiddeti münferit olaylar toplamı gibi görmek, yalnızca erkekle kadın arasındaki bir ilişki gibi açıklamak, meseleyi ahlakın alanına hapsetmektir. Oysa şiddet, modern toplumun işleyişini kuran bir mekanizmadır.
Bu nedenle 25 Kasım bir anma gününden fazlasıdır. Kadının emeğini görünmez kılan, bakım yükünü doğal sayan, ev içi emeği ücretsizleştiren düzen devam ettiği sürece şiddet de ortadan kalkmayacaktır. Çünkü şiddet, bu düzenin sessiz ortağıdır.
Kadına yönelik şiddet, ne öfke kontrolü problemidir ne de kültürel bir talihsizlik. Bu, toplumsal yaşamın en derin yerlerine yerleşmiş bir iktidar mantığıdır. Kadın bedeninin bir “kamu malı” gibi görülmesi, onun emeğinin değersizleştirilmesi, arzularının denetim altına alınması, hareketlerinin sınırlandırılması vb. hepsi tarihseldir.
Bugün 25 Kasım’ın ağırlığı, yalnızca kayıplarımızın acısında değil; şiddetin bu düzen içinde nasıl akla uygun, nasıl işlevsel, nasıl “rasyonel” hale geldiğini görmekte yatar. Bu yüzden asıl sorumuz “Neden şiddet artıyor?” değil, “Şiddetsiz bir düzenin imkanı nerededir?” olmalı. Çünkü bugünkü toplumsal örgütlenme biçiminde şiddet çekildiğinde tüm sistem boşlukta kalır.
Bu yüzden 25 Kasım bir yas günüdür ama aynı zamanda bir teşhir günüdür: Şiddetin bireysel canilik değil, toplumsal akıl olduğunu; erkek elinin değil, düzenin mantığının işlediğini; cezanın değil, dönüşümün gerekli olduğunu gösteren bir gün.
Kadınların özgürlüğü, bu mantığın bozulduğu yerde başlar. Çünkü kadına yönelik şiddet, düzenin yan ürünü değildir; düzenin ta kendisidir.