Türkiye’nin içinde bulunduğu ekolojik çöküşü yalnızca küresel iklim kriziyle açıklamak eksik ve yanıltıcı olur. Evet, iklim krizi evrensel bir gerçeklik ve Türkiye de bundan doğrudan etkilenen ülkeler arasında.
Ancak bugün yaşadığımız tahribatın biçimini belirleyen esas şey, iklimden çok politik-ekonomik düzenin kendisidir. Kalkınma adına hızla genişleyen madencilik faaliyetleri, fosil sermayeye bağımlı enerji rejimi, hukuki denetimlerin zayıflatılması, doğanın kamu yararı değil piyasa yararı üzerinden tarif edilmesi yaşadığımız sorunların başlıca sebeplerinden. Bu düzen, bu tür bir kalkınmayı bir hakikat rejimi gibi sunuyor: Büyüme, enerji açığı, yatırım ihtiyacı… Böylece ekolojik yıkım bir sonuç değil, bir yöntem haline geliyor. Orman kaybı, su kıtlığı ya da tarımsal çöküş, kalkınma söyleminin içinde bir tür “gerekli maliyet” gibi açıklanıyor. Bu nedenle ekolojik yıkım kaçınılmaz bir durum olmaktan ziyade yönetimsel bir tercihin – yani sermaye birikimini doğanın bütünlüğünden daha önemli gören bir kalkınma anlayışının – sonucudur.
Bunun en doğru göstergesi de çevresel tahribatın mekânsal dağılımıdır. Devletin ve yatırım politikalarının yöneldiği coğrafyalar, çoğunlukla yoksulluğun ve kırılgan emeğin yoğunlaştığı bölgeler oluyor. Maden sahalarının, HES projelerinin, taş ocaklarının, termik santrallerin haritasını üst üste koyduğumuzda, aynı bölgelerin bir tür “ekolojik yük havuzu”na dönüştüğünü görüyoruz. Bu durum, ekolojik krizin yalnızca bir doğa meselesi değil, aynı zamanda bir sınıf meselesi olduğunu netleştiriyor.
Türkiye’de doğayı koruma sistemi işlediği hâliyle korumaktan çok, sermaye ile doğa arasındaki sürtünmeyi azaltma işlevi görüyor. ÇED süreçlerinin çoğu zaman yatırımın önünü açmak için şekillendiği, denetim mekanizmalarının zayıflatıldığı, çevre suçlarının nadiren ciddi yaptırımlarla karşılandığı bir düzende, ekolojik yıkımgörmezden geliniyor.
Yine de Türkiye’de ekolojik yıkımı anlamak için mücadele alanlarını haritalandırmak yeterli değil; aynı zamanda bu yıkımın hangi toplumsal kesimlerin yaşamını doğrudan belirlediğine bakmak gerekiyor. Ekolojik sorunların sınıfsal niteliği tam da burada ortaya çıkıyor. Temiz suya erişimin sınıfsal bir ayrıcalığa dönüşmesi, hava kalitesindeki bozulmanın kent yoksullarını orantısız biçimde etkilemesi, kırsalda geçimini tarımdan sağlayan toplulukların kuraklık ve kirlilik karşısında daha savunmasız hale gelmesi gibi durumlar ekoloji mücadelesinin yalnızca bir çevre savunusu değil, sınıfsal, toplumsal ve ekonomik mücadele olduğunu da gösteriyor.
Ekolojik hareket kendisini yalnızca doğayı koruma söylemiyle sınırlayamaz; çünkü doğanın tahribatı en çok geçimlerini doğayla kurdukları bağ üzerinden sürdüren ve güvencesiz koşullarda yaşayan kesimleri etkiliyor. Ayrıca ekolojik kriz, emek süreçlerini, tarımsal üretimi, bedenin maruz kaldığı riskleri, barınma ve geçim koşullarını dönüştürerek sınıfsal eşitsizlikleri derinleştirir. Bu nedenle iklim krizini atmosferik bir olgu olarak değil, bugünkü üretim ve büyüme biçiminin yarattığı toplumsal bir sorun olarak ele almak gerekir.
Bugün Türkiye’de yerel direnişlerin sahip olduğu en önemli potansiyel de buradadır. Bir köyün suyunu, bir ormanın bütünlüğünü, bir vadinin yaşam döngüsünü savunmak, aynı zamanda geçimi, sağlığı ve toplumsal yeniden üretimi savunmaktır. Bu nedenle ekoloji mücadelesi, genellikle zannedildiği gibi çevre duyarlılığının değil; yaşam hakkının, emeğin ve eşitliğin mücadelesidir.
Kriz, esas olarak toplumsal bir örgütlenme biçiminin sınırlarına dayandığında ortaya çıkar; yani doğayı tahrip eden şey, onu belirleyen ekonomik ve politik ilişkiler bütünüdür. Dolayısıyla ekolojik yıkım, teknik çözümlerle ya da iyi tasarlanmış çevre politikalarıyla giderilebilecek bir sorun değildir. Sorgulanması gereken şey, doğa ile toplum arasındaki ilişkinin nasıl kurulduğu, hangi kesimlerin hangi bedelleri ödediği ve bu bedellerin neden hep aynı toplulukların üzerinde biriktiğidir.
Bir vadide kuruyan su yalnızca ekolojik bir kayıp değil, tarımsal üretimin, sağlığın ve geçimin çöküşüdür. Bir ormanın yok edilmesi ise biyolojik çeşitliliğin azalmasından çok daha fazlasıdır; o bölgedeki insanların güvenliği ve toplumsal yaşam döngüsü üzerinde doğrudan bir tehdittir. Yani doğanın tahribatı aynı zamanda yaşamın tahribatıdır. Bunu görmek, ekolojiyi çevre duyarlılığının dar alanından çıkarıp adalet arayışının zeminini genişletir.
Bugün ekolojik mücadele en temel ve politik sorudan başlıyor: Nasıl bir dünyada yaşamak istiyoruz? Bu soruya verilecek yanıt, teknik düzenlemelerin ya da piyasa temelli çözümlerin ötesine geçmek zorunda. İklim krizi ve ekolojik yıkım, üretim biçimlerini, ekonomik öncelikleri, kamu yararının tanımını ve toplumsal dayanışmanın sınırlarını yeniden düşünmeye davet ediyor.
Ekolojik mücadele, yalnızca bir analiz çerçevesi değil; aynı zamanda geleceğe dair yeni bir tahayyülün başlangıcıdır. O tahayyül, doğayı korunması gereken bir kaynak olarak değil, fakat yaşamın kendisi olarak gören; ekonomik büyümeyi toplumsal eşitliğin yerine koymayan; canlılığı rekabetin değil dayanışmanın mantığıyla kavrayan bir dünyaya işaret eder.
Türkiye’de ekolojik krizi anlamak da, onu dönüştürecek politik bir hat kurmak da ancak bu geniş çerçevede mümkün olabilir. Çünkü bu kriz doğanın değil, toplumsal düzenin krizidir; dolayısıyla çözüm, doğa ile yaşam arasındaki bağları yeniden adil, eşitlikçi ve sürdürülebilir bir temelde kurmaktan geçer.
Bir sonraki yazımda Türkiye’deki yerel direnişlerdeki doğa, emek ve beden algısından bahsedeceğim.