Bazı insanlar öldükten sonra bile sınanmaya devam eder. Hayattayken taşıdıkları yük yetmezmiş gibi, sustuklarında da konuşulur onlar adına. Dün toprağa verdiğimiz Şehzadeler Belediye Başkanı Gülşah Durbay, ne yazık ki bu acı gerçeği yaşayanlardan biri oldu. Kolon kanseriyle verdiği onurlu mücadelenin ardından, bir şehrin kalbinde sessizce uğurlandı. Ama onun ardından kalan sadece bir kayıp değil; aynı zamanda yüzleşmemiz gereken ağır bir vicdan meselesi var.
Cenazede akan gözyaşları, yalnızca bir belediye başkanına değildi. Bir kadına, bir yol arkadaşına, bir anneye, bir umuda akıyordu. Ve belki de en çok, hayattayken haksızlığa uğratılmış bir insana duyulan mahcubiyetin gözyaşlarıydı. Çünkü Gülşah Durbay, ağır hastalığıyla mücadele ederken bir yandan da iftiralarla sınandı. Sessizce, onuruyla, hukuka ve zamana güvenerek…
İftira, en ağır hastalıklardan biridir. Tedavisi yoktur. Ne kemoterapisi vardır ne de ilacı. Sadece sabırla, gerçekle ve vicdanla iyileşir. Ama çoğu zaman iz bırakır. Gülşah Başkan’a yöneltilen asılsız suçlamalar, dedikoduya dayalı karalamalar, siyasi hesapların gölgesinde üretilmiş sözler; onun bedenini değil belki ama kalbini yordu. En zor günlerinde, hastane koridorlarında yaşamla ölüm arasında gidip gelirken, bir de bu yükü taşıdı. Buna rağmen bağırmadı, saldırmadı, çirkinleşmedi.
Savunmasını sessizliğin asaletiyle yaptı.
Bu süreçte yanında duranlar da oldu. Özellikle Manisa’nın evladı, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in duruşu, siyasetin çoğu zaman unuttuğumuz insani yüzünü hatırlattı. Özel, sadece bir genel başkan olarak değil; bir hemşehri, bir yol arkadaşı, bir insan olarak Gülşah Durbay’in yanında durdu. Ve bir konuşmasında, sesi titreyerek söylediği o cümle aslında her şeyi özetliyordu:
“Altı ayda bir tabut bayraklıyoruz…”
O an, bir siyasi liderden çok, yorulmuş bir insan konuşuyordu. Bir partinin değil, bir ülkenin acı bilançosunu dile getiriyordu. Genç yaşta toprağa verilen belediye başkanlarını, hastalıkla, baskıyla, iftirayla yıpratılan insanları anlatıyordu. O gözyaşları, sadece Gülşah Durbay için değildi; bu ülkenin iyi insanları için dökülüyordu.
Bugün dönüp baktığımızda kendimize şu soruyu sormak zorundayız: Bir insan yaşam mücadelesi verirken, ona iftira atmak kimin vicdanına sığar? Daha doğrusu, bir kadının kamusal alanda güçlü, dürüst ve görünür olmasını hazmedemeyen bu karanlık dil neden hiç değişmez? Gülşah Durbay’in yaşadıkları, bu ülkede temiz kalmanın, özellikle de kadın olarak temiz kalmanın ne kadar ağır bedelleri olabildiğini bir kez daha gösterdi.
O, kendini savunmak yerine hizmet etmeyi seçti. Cevap vermek yerine üretmeyi. Çamur atılmasına rağmen temiz kalmayı. Belki de bu yüzden sustu; çünkü biliyordu ki gerçek bağırmaz. Zamanı gelince kendi kendini anlatır. Ama insan yine de üzülüyor. Çünkü bazı gerçekler, ortaya çıktığında artık sahibini hayatta bulamıyor.
Dün mezarının başında edilen dualar, sadece bir veda değildi. Aynı zamanda geç kalmış bir özürdü. “Hakkını helal et” dedik içimizden. Sadece sevenleri değil; susanlar, inananlar, hatta haksızlığa göz yumanlar da dedi bunu. Çünkü vicdan, bazen en yüksek sesi sessizlikte çıkarır.
Gülşah Durbay’in ardından geriye, yarım kalan projelerden çok daha fazlası kaldı. Bir duruş kaldı. İftiraya karşı vakar, hastalığa karşı direnç, güce karşı tevazu… Ve bize kalan ağır bir sorumluluk: Bu ülkede neden iyi insanların bu kadar çabuk yorulduğunu sorgulamak.
Şehzadeler artık onsuz. Ama onun hikâyesi burada bitmedi. Bir gün iftiraların gürültüsü tamamen sustuğunda, geriye sadece gerçek kalacak. Ve o gerçek, Gülşah Durbay’in adını onurla anacak. Keşke bunu hayattayken yapabilseydik.
Mekânın cennet olsun başkan. Bu şehir seni sadece yaptıklarınla değil, uğradığın haksızlıklara rağmen eğmediğin başınla hatırlayacak.
Ve evet… Bir tabut daha bayraklandı. Ama sen, bu şehrin vicdanında dimdik ayaktasın.