1974 yılında izleyiciyle bir araya gelen Um Homme Qui Dort, Bernard Queysanne ve Georges Perec’in imzasını taşıyan sinema tarihinde pek bilinmese de izlenmesi gereken bir filmdir. Film, Georges Perec’in edebiyatındaki soyut ve kırılgan evreni sinematografik yapıya taşıyarak izleyiciyi alışık olmadığı dramatik unsurlarının içine sürüklüyor.

Um Homme Qui Dort, modern bireyin görünmezleşme arzusunu, kendisine dayatılan toplumsal rollerden geri çekilişini ve gündelik hayatın zorunlu kıldığı sorumluluklarla arasına koyduğu keskin mesafeyi odak noktası haline getiriyor.


Filmin senaryosu, hiçbir eyleme katılmamayı bilinçli bir yaşam stratejisine dönüştüren genç bir adamın varoluşsal durağanlığını ele alıyor. Bu seçim, karakteri ne başkaldırıya sürüklüyor ne de sistemle bütünleşmeye itiyor; bunun yerine onu dünyayı dışsal bir konumdan gözlemlemeye davet ediyor. Bu sayede, karakterin filmin ilerleyen sahnelerinde pasiflikten çok daha fazlasına evrilerek kendi benliğini askıya alışını, arzularını susturduğunu ve zamanın akışsızlaştığı bir boşluk deneyimini yaşadığına tanık oluyoruz. Yanlış anlaşılmamalıdır ki: Un Homme Qui Dort filmi, dış dünyadan kopuşu romantikleştirerek ele almıyor, tam tersine insanın kendi içine dönmesiyle beraber gelen sessiz çöküşü somutlaştırıyor. Şehrin, karakterin bilincinde metafizik bir katmana evrilmesiyle izleyici de anlatının içerisinde kendi varoluşuyla acı bir şekilde yüz yüze geliyor. En nihayetinde film, yaşamayı hükümsüz kılan bireyin portresini çiziyor ve eylemsizliğin hem bir protestonun sessiz biçimi hem de zamanla bir sis gibi çözülüp kaybolan kimlik işareti olabileceğini şiirsel bir tonda dile getiriyor.


HİÇLİĞE YAKIN DURMAK: MODERN ÖZNENİN ONTOLOJİSİ


Filmin merkezinde yer bulan ‘uyku’ kavramı; biyolojik zorunluluktan kaynaklanan bir davranış biçimi değil, tam tersine bir varoluş strajesidir. Um Homme Qui Dort, Heidegger’in ‘Dasein’ kavramı ile daha bir netlik kazanıyor. Dasein analizinde, ‘Geworfenheit’ kelimesinin epistemik anlamı ‘dünyaya fırlatılmışlık’tır; Dasein’ın, var olduğu zamandan beri başlangıcını kendisinin belirlemediği bir anlam horizonunda bulunuşunu ifade ediyor. Bu yapı, Dasein’ın aynı zamanda ontolojik olarak pasif bir başlangıca, daha doğrusu ‘verilmişlik koşuluna’ mahkum olduğuna işaret ediyor. Filmde iki tür pasiflik karşımıza çıkıyor: İlki varlığın her tezahüründe bir görünmezlik, bir geri çekilme hareketini bünyesinde içermesi; diğeri ise ‘The man’ karakterinin varoluşundaki kaygı, sessizlik, çözülme ve kendi içinde erime nedeniyle kendini dünyadan çekiyor oluşudur.
Karakterin yaşadığı vicdanının sessiz çağrısı, Dasein’ı geri çekilmeye değil; ‘kendi imkanını işitmeye’ yönlendiriyor ancak bu işitme her zaman pasif bir açıklık olarak filmde yer buluyor. Filmde de seyirci tarafından görüleceği üzere, The Man kendine ait olmayan anlam denizine sürükleniyor, gündelikliğin anonimliğine pasifçe teslim oluyor ve en sonunda da kendi potansiyelini başkalarının hükmüne bırakıyor.
The man dünyaya karşı karşıya kalma şeklini çeşitli durumlar çerçevesinde yaşıyor. Örneğin; üniversitedeki derslerine bir müddetten sonra gitmemeye başlıyor, kendini görmeye gelen arkadaşlarını reddediyor, gün boyu hiçbir faaliyette bulunmadan sessizliği ile baş başa
kalıyor, sokaklarda bir hayalet misali geziyor... Bu durum bir çelişkiler ve çıkmazlar toplamı olarak karakterimizin en yalın gerçekliğini ifade etmekle kalmayıp onun bütün bilinç edimlerinin kendisine sunduğu bu acı dolu gerçeklik içinde kapana kısılmış bir hayatı döngüsel bir şekilde yaşadığını dile getiriyor. Tıpkı kendi yaşantılarımız da olduğu gibi, düşüncelerimiz kendi kendisine yönelince ilk elde ettiği kazanım sadece bir çelişkiler zincirinden ibarettir. ‘Oturup sadece beklemek, bekleyecek bir şeyin kalmayana kadar beklemek...’


YÜZÜ OLMAYAN BİR YANSIMA...


Un Homme Qui Dort filmindeki şehir, adamın zihninde sonsuz bir boşluk olarak imgeselleştiriliyor. Paris, izleyiciyi durağan bir yapıyla selamlıyor. Adamın sürekli bir uyku halinde devinmesi, mekanın keskin sınırlarını eriten bir atmosfer haline gelerek şehir sembolik bir çöl kimliğini sahipleniyor. Burada Bergson'un ‘duree’ kavramından faydalanmakta yarar var: Bergson için süre kavramı, ne Newtoncu mekanikteki gibi ölçülebilir bir zaman çizgisine indirgenebiliyor ne de bilinci dışşal bir saat ritmine tabi kılınıyor. Filmindeki The man karakteri duygulanımlarının ve izlenimlerinin birbirine karıştığı yoğun bir içsel süreç yaşıyor. İşte bu yüzdendir ki yaşamdan elini kolunu çekiyor, sadece izlemekle kalıyor. Filmin ilerleyen sahnelerinde The man, geçmekte olan süreyi bilincini oluşturan temel öge olarak kabul etmeye başlıyor. Artık filmde geçen anlar birbirlerini takip eden atomlar olmaktan çıkarak her an önceki anı içerisinde taşımaya başlıyor. Başka bir deyişle, geçmiş çözünerek şimdiye karışarak zaman akışta olmayan bir yapıya ulaşıyor; genleşiyor, yoğunlaşıyor ve çözünüyor. O halde şöyle diyebiliriz ki; The man yaşadığı acıyı bir dakikada ‘çok uzun’ yaşayabildiği gibi mutluluk anını ise bir saatte ‘çok kısa’ deneyimliyor. İzleyicinin gözünden kaçmaması gereken bir nokta da bu filmde karşımıza çıkıyor: Belçikalı sürrealist ressam Rene Magritte’nin bir eseri olan ‘Not To Be Reproduced’ tablosu. Bu tabloyu filmde gördüğüm anda yönetmenin amaçladığı şey basit bir resim göndermesi değildir; tablo The man karakterinin ontolojik durumunu radikal bir biçimde temsil eden bir ‘varoluş alegorisi’ tarzında bir işleve sahiptir. Magritte’nin tablosundaki ayna bir yüzü değil, bedenin arkasını yansıtırak öznenin kendiliği görünmez bir hale geliyor. Bu tablodaki aynanın işlevi, kişinin imge-ötesini bir gölgeye dönüştürmesinde yatıyor. Aynadaki yansıyan kopya, aslının yerine geçerek öznenin varoluşu bir ‘yokluk imgesi’ haline geliyor. Bu tablonun arkasında yatan anlamı filmdeki The man karakteri ile özdeşleşiyor çünkü o ne isyan ediyor ne de uyum sağlamaya çalışıyor; kendisini yalnızca bir ‘seyir bilincine’ temsil ediyor. Öyleyse şöyle bir yorumda bulunabiliriz: Bu karakter artık kendisiyle karşı karşıya gelmekten vazgeçiyor ve kendine baktığı her an kendisini göremeyecek kadar dünyadan elini eteğini çekiyor.

İSYANSIZ BİR RED...


Ayrıca filmdeki The Man karakteri, karanlık bir psikodinamik mekanizmanın tam ortasında bulunuyor. Freud’un düşüncelerinden esinlenecek olursak karşımıza ‘Thanatos’ kavramı çıkıyor. Thanatos, Eros’un işlevini geri çekerek bireyin canlılığını azaltarak onu yokluğa sürüklüyor. Kişi aşırı uyarımı tolere edemediği için yaşama olan yönelimini keserek uyarımını sıfıra indirgemeye başlıyor. Bu durum da bireyin dış dünyayı bırakması anlamına geliyor. Bu doğrultuda Freud ölüm dürtüsünü ‘Yinelenen Zorlanım’ fenomeniyle açıklıyor: Özne, canlılığını arttıracak yeni davranışa yönelemediğinden aynı davranış döngüsü içinde hapsolarak enerjisini koruma moduna geçiyor. Bu dürtü, intihar dürtüsü olarak düşünülmemelidir. Ölüm dürtüsünden kastettiğimiz canlılığı azaltmak, gerilimi düşürmek, organizmayı ‘cansızlığa benzeyen bir dengeye’ çekmektir. Filmde bu durumu şu şekilde görmekteyiz: The man hayatı durdurarak yaşama dinamiğini kaybediyor ama bedenini tamamen bırakmadığı için yaşamayı tümüyle terk etmiyor.
Filmin daha iyi analizin yapılması için sahnelerde geçen olaylara değinmenin gerekli olduğu düşünüyorum. Yanlış anlaşılmaması gereken bir noktaya parmak basmak istiyorum. The man karakterinin üniversiteye gitmemesi, sosyal bağlarını kesmesi ya da gündelik alışkanlıklarını terk etmesi hayata karşı bir isyan niteliğini bünyesinde taşımıyor. Kamera bu sahneleri dramatize etmeden sıradanlaştırarak ele alıyor. Bu sahnelerde ahlaki bir çatışma yoktur; karakter suçluluk duymaz ve pişmanlık göstermez. Karakter başka insanları ‘iyi’ veya ‘kötü’ olarak adlandırmaktan ziyade onları ahlaki yargı üretmeyen bir bilinç ile sadece gözlemliyor. Bu şekilde film, ahlaki değerlerin ve normların yerini ontolojik bir yere oturtuyor. The man karakterinin amaçsızca sokaklarda dolaştığı sahneler, izleyiciye ahlaki açıdan ‘ne yapmalı ?’ sorunu sormaz çünkü film ‘ne yapılması gerektiği’ fikrini tamamen geçersiz kılıyor. Karakter yalnızca varoluşu devam ettirir ve bu varoluş başlı başına rahatsız edici bir sessizlik açığa çıkarıyor. Ayrıca karakterin uyuduğu veya yarı uykulu halde bulunduğu sahnelerde zamanın akışı belirginsizleşiyor, bu durum gece ile gündüz arasındaki ayrımı silikleştiriyor. Uyku burada ahlaki sorumluluklar ile bağlantılıdır. Uyku nedeniyle bilinç askıya alındığı için görmekteyiz ki insan yalnızca düşünerek değil, düşünmemeyi seçerek de var olmaya devam edebiliyor. Filmdeki karakterin bir diyaloğu bulunmuyor, onun yerine bir anlatıcı seyirciye sessiz iç monologlar aracılığıyla nesnel bir rapor gibi karakterin durumunu izah ediyor. Filmdeki bir monolog beni oldukça derinden sarsıyor: ‘ Daha uzun bir süre kendine yalan söylemeyi, kendini sersemleştirmeyi, kendi oyununa gelmeyi sürdürebilirsin belki ama oyun bitti, büyük şenlik, ertelenmiş yaşamın yalancı sarhoşluğu bitti. Dünya yerinden kıpırdamadı ve sen değişmedin. Kayıtsızlık seni farklı kılmadı, ölmedin, delirmedin’ Gözünüzden kaçmaması gereken bir başka nokta ise mekanın tasviridir. Un Homme Qui Dort’ta mekan, klasik anlamda bir ‘yaşam alanı’ olarak karşımıza çıkmıyor. Paris; kimlik kuran ve aidiyet üreten bir yer olmaktan çıkarak ‘varoluşun yankısız bir boşluğu’ haline evriliyor. Kafeler, sokaklar, odalar ve kamusal alanlar The man için evrensel bir anlama sahip değildir. Kameranın, mekanları çoğu zaman soğuk, mesafeli ve tekrarlı bir biçimde sunması bu durumu destekliyor yani mekan sadece duygusuz ve işlevsiz bir yapıya sahiptir. Benliğin yavaşça silinmesine yol açan oda, karakterin dünyayla kurduğu bağın minimuma indirildiği bir ara duraktır. Aynı sokaklardan defalarca geçilmesi, benzer

kadrajlarn tekrarlanması ve sinematografinin gri, beyaz ve siyah tonlarını içermesi mekanın yeni bir anlam üretme kapasitesini yok ederek şehri varoluşun nötr bir yüzeyi haline getiriyor.


İYİLEŞEMEYEN BİR ÖZNELİK...


The man karakterinin geçirdiği ruhani dönüşümünde çıkarabileceğimiz birkaç önemli nokta bulunuyor: The man kendine dönerek orada varoluşu kadar eski daha da eski bir sessizlik buluyor. Fark ediyor ki, geliştirmiş olduğu tüm bakış açıları hiçbir işe yaramıyor. Yeryüzünde onun için her şey bitiyor, artık bu dünyada kendisine ne iyilik ne de kötülük edileceğini düşünüyor. Bu dünyada umut besleyeceği ya da korkacağı bir şey kalmıyor. Adeta kendisini bir uçurumun dibinde görüyor. Mutsuz bir ölümlü ve Tanrı’nın kendisi gibi duygusuz bir vaziyette. Gün boyu odasında oturmaktan başka bir şey yapmıyor, sabahtan akşama kadar kendisine katlanıyor ve sadece perdeleri kapatıp bekliyor. Aslında beklediği bir şey yok, sadece kendisini yok ediyor. Nereye gitse aynı aidiyetsizlik ve yararsız oyun duygusu kendisiyle; onu hiç ilgilendirmeyen şeylerle ilgileniyormuş gibi yapıyor, neler olup bittiğinden nerede olduğundan habersiz, kendiliğinden ya da iyilik olsun diye kımıldayıp duruyor. Onu cezbeden bambaşka bir yer ama orası neresi bilmiyor. Hayatlarımıza baktığımızda fark edebiliriz ki parıldamalarımız anlıktır, düşüşlerimiz kuralımızdır. Hayat her an çürümekte olandır çünkü her insan derinliklerin zararına doğru ilerler, her insan kendinden kaçan bir mistiktir tıpkı The man karakterinde olduğu gibi. Zamanında cümlesinde insanlar virgüller gibi yer alırlar; The man ise zamanı durdurmak için bir nokta misali hareketsizleşir. Kısır olan döngünün elinden kurtulmak için aklın eşiğinde serpilmeye çalışır. O harap olmuş manzaralara tebessüm eden bir insandır sadece çünkü içindeki hiçlik duygusundan başka bir şeye tutunmayı reddeder. Vaktiyle bir benliği vardı ama artık sadece bir nesne durumuna geçen The man, yalnızlığın bütün uyuşturucuları tıka basa alır, dünyanın uyuşturucuları onun benliğini unutturamayacak kadar hafiftirler çünkü.
Filmin sonunda görmekteyiz ki; The man dünyayı değiştirmeyi reddedenlerin değil, dünyayla kurduğu bağın ağırlığını artık taşıyamayanların figürüdür; onun görünmezliği bir kaçıştan çok, yaşamla ölüm arasında askıya alınmış sessiz bir uzlaşma ve modern öznenin kendi varlığını silikleştirerek hayatta kalma çabasının en çıplak ifadesidir.
Anlıyoruz ki yanılmak ve kandırılmış olarak yaşamak ve ölmek, insanların yaptığı budur. Ama hiçbir şeyin sonunun hiçbir şeye çıkmadığı...