Biz bir gece yatıp da sabahına bütün bağlarımızı, bütün kardeşlik hukukunu, mirasımızı, tarihî mesuliyetlerimizi reddetmiş bir millet olarak uyanamayız. Bu, ne bizim karakterimize ne de millet denen büyük hakikatin tabiatına sığar.

Bir millete fizikî sınırlar çizebilirsiniz, haritaları cetvelle bölebilirsiniz.
Ama gönül coğrafyasına sınır çizemezsiniz.
Çünkü gönül coğrafyası toprakla değil; hatırayla, acıyla, sevdayla, hatıralarla, kültürle, tarihle kuruludur.

Osmanlı bir iç kavga yüzünden yıkılmadı; bir dünya savaşının galipleri tarafından parçalandı. Bir asırlık acının, bir asırlık ayrılığın temel sebebi budur. Biz, Kurtuluş Savaşı’nda ancak 780 bin kilometrekare toprağı, 11 milyon canı kurtarabildik ve Türkiye Cumhuriyeti’ni bu çorak, yorgun ama haysiyetli zemin üzerinde kurduk.

Geri kalan topraklarımız, şehirlerimiz, insanlarımız bizden zorla koparıldı.
Onları kaybettik ama yüreğimizden söküp atamadılar.
Bu yüzden içimizde hâlâ bir sızı, hâlâ bir eksiklik, hâlâ 110 yıl önce yaşanan büyük ayrılığın derin izleri vardır.

Bugün gönlümüz hâlâ Balkanlarda, Kafkaslarda, Orta Doğu’da…
Afrika’nın yetimlerinde, Orta Asya’nın çınarlarında, Semerkant’ın taşında, Üsküp’ün avlusunda, Halep’in sokaklarında, Kudüs’ün kapılarında…
Velhasıl dünyanın neresinde bir parçamız varsa, gönlümüzün bir yarası da oradadır.

Coğrafyayı bölmüşlerdir ama ruhumuzu bölememişlerdir.
Devleti küçültmüşlerdir ama milletin gönlünü küçültememişlerdir.
Haritayı daraltmışlardır ama ufkumuzu daraltamamışlardır.

Biz işte bu yüzden tek bir vatan toprağında değil, gönül coğrafyasının dört bir yanında yaşayan büyük bir milletiz.
Bu bağ, bir asırdır devam eden bir hüzün değil; aynı zamanda bir mesuliyet, bir vefa, bir varoluş iddiasıdır.

Çünkü tarih bize şunu öğretti:
Biz kaybettiklerimizi unutmayız; unutturulmasına da izin vermeyiz.
Ve gönül coğrafyası, haritaların değil; milletlerin hakiki varlık alanıdır.