27 Mayıs haftasındayız. Aslında 27 Mayıs 1960 darbesini uzun uzun yazmak vardı ama, gündemimde o kadar çok konu var ki, günlük de yazmadığım için haftada bir ancak yazıyorum. Uzatmak da istemiyorum. Birkaç konuyu aynı yazı içinde ara başlıklarla işleyelim bu hafta. 


SİZ 27 MAYIS’TAN SONRASINA BAKIN 
1960 mayısı öyle böyle değil. Çok partili yaşamın gerektirdiği demokrasi geleneğini içselleştiremeyenlerin sebep olduğu bir darbedir 27 Mayıs. 


1950’de seçimi kaybeden CHP’nin sorun çıkarmadan iktidarı Demokrat Parti’ye bırakması ne kadar demokrasi umudu taşıyorsa, demokrasiyi sadece “her mahallede bir milyoner yaratmak” olarak algılayan “Bayar Menderes” ikilisinin, üstüne bir de “Küçük Amerika” olma sevdaları eklenince, halkın ortak çıkarları bir anda ikinci plana itildi. Basını, muhalefeti, gençleri baskılamak derken orduyla da çıkan sorunlar Türkiye’ye görünüşte “27 Mayıs ihtilali” yaşattı. Ama bugüne kadar bu durumun uluslararası tezgâhları pek de konuşulmadı. İdamların yarattığı duygusal hava da Türkiye’yi bugünlere getirecek kaosları başlattı. 27 Mayıs da daha sonraki askeri darbeler de asla “demokrasiyi rayına” oturtmadı, her darbe Türkiye’yi emperyalizmin kucağına daha da itti. Dini inançlar siyasete alet edildi, eğitime yobazca yaklaşıldı, ticari hayatta yolsuzluklar ve peşkeşler gelenek oldu, her iktidar kendi prenslerini yarattı ve millet devlet arasındaki köprüler her darbede bir bir yıkıldı. Bugün pek çok konu ve sıkıntıda iktidar ve muhalefetin benzer iç yaklaşımları Türkiye’deki “karanlık ellerin” varlığını daha da netleştiriyor. 

DEPREM DUYARSIZLIĞI VE DEPREMZEDEYİ YOK SAYMA HUYU


Yakın tarihte onca deprem ve dünya kadar canımızın yitmesi karşısında Türkiye siyaset ve ekonomisinin sadece anlamsız konuşmaları, bilim adamlarını kesinlikle ciddiye almamaları, cahil ve muhteris kafaların yerelden genele siyasetteki egemenlikleri, artık depreme karşı ulusal ve hissedilir kayıtsızlığı doğurdu. 


30 Ekim 2020 Bayraklı’da 117 yurttaş canının toprağa gitmesi yeterince duyarlılık yaratmadı. Hatta 6 Şubat 2023 depremleri de ders olmadı. Kaybeden yurttaşlar olurken Türkiye, her deprem sonrası daha da hızlı “müteahhit hakimiyetine” girdi. 


Bayraklı’da depremin olduğun günden bu yana yaşananlar trajik ve insanlık onurunu zedeleyiciydi. Derdini anlatan yurttaşa ya fırça atıldı ya da hiç dinlenmedi. Bakanından valisine, vekilinden meclis üyesine herkesin, öncelik derdi depreme karşı nasıl insanca tedbir alınması değil, hafriyat ve inşaat alanında kendi çevrelerine daha tatlı yönlendirme çabaları oldu. Yurttaşların anayasal mülkiyet hakları dikkate alınmadı, yapılan evlerin konforu hiç konu edilmedi, rezerv alanı diye belirtilen bölgedeki evlerin akıbetleri hep meçhul kaldı. Depremzedeler ciddi borçların altına sokuldu, kentsel dönüşüm bir anda müteahhitlerin halkı uyutma ve sömürme ortamına döndü. Siyaset ve inşaat ortaklığı, aslında halkın, “milli egemenliğin sahibi “millet” olarak değil, “unutan ve sömürülen bir yığın” gibi görüldüğünü çıkardı ortaya. Bazı “milletin” vekillerinin aslında “müteahhit vekili” olduğu hikâyeleri hala Bayraklı’da anlatılıyor.  Deprem bilinci ve depreme hazır olma bu siyasi kadrolarla ve cahil egemenlerle olacak gibi asla görünmüyor. 

İZMİR’İN YENİ BEŞ YIL SABRI 


31 Mart’ta yeni belediye başkanları seçildi. Oy pusulasında eksiksiz CHP basmış bir gazeteci olarak rahatça ve özgürce yazabilirim. Önce cevap vereyim CHP adaylarına oy verdiğime pişman mıyım değil miyim? Bu sorunun cevabını Ocak 2025’te vereceğim. Çünkü an itibariyle başkanlar kendi bütçelerini değil, bir önceki dönemin bütçesini kullanıyor. Mevcut başkanların “başkanlık dirayetlerini” ancak ocaktan itibaren anlamaya başlayacağız. 
Bazı “yeni” başkanlar ilk adımlarında fena tökezledi, yemeye çalıştıkları yoğurtları da üzerlerine döktüler ne yazık ki. Özellikle geçen beş yılın kodlarını okuyamadıkları çok belli. Aslında geçen beş yılın başkanlarını partileri de yeterince masaya yatırmadı. Bugün unuttuk ama, 2019 – 2024 arası kolay geçmemişti. Başlı başına pandemi ve depremler belediye bütçelerini tıpkı devlet maliyesi gibi alt üst etti. Tarihte eşi olmayan bir dönemdi 2019 – 2024 arası. Üzerine bir de Özgür Özel’le başlayan ama ne olduğunu hala anlamadığım “değişimci değişik CHP” süreci 31 Mart sonuçlarını yarattı. Bugün bazı ilçe belediye başkanlarının yarım yamalak ve netliği olmayan “paramız yok” açıklaması, aslında kendilerinin oldukça hazırlıksız seçildiklerinin göstergesidir. Bazı başkanların makamlarının ilk günlerinde “uzaylı” gibi davranmaları apaçık belli ki kendi siyasi kariyerlerine zarar niteliğinde. 
Büyükşehirde ise rivayetler muhtelif. Başkan Tugay’ın “deneme” yöntemiyle yaptığı söylenen bazı atamaların oldukça tepki çektiğini altını çize çize yazabilirim. Aynı durum bazı ilçelerde de mevcut. “Kel alaka” denecek şekilde ve üstelik “değişimci” olduğunu iddia eden Genel Başkan Özgür Özel’in ciddi uyarılarına rağmen, bazı CHP yöneticilerinin yeğen ve tanışları ilçe belediyelerinde koltuk bulabiliyor. Ya da büyükşehir belediyesine resmi girişi bile yapılmadan, personeli toplayıp emirler veren ve üstelik de büyükşehir mevzuatından habersiz kendilerinin “başkan danışmanı” olduğunu söyleyenlerin yarattığı sıkıntı ve riskler arşa çıktı. Fakat bu gibi insanlara zemin hazırlayan bazı “değişik” müdür ve daire başkanlarının varlığı daha büyük sorun. Üzülerek belirtmeliyim ki, Cemi Tugay gibi dirayet ve basiret sahibi bir başkana bu yapı ciddi zarar getirir maazallah. 
Her beş yıl sona erdiğinde bir iz bırakır. O dönemler başkanların adlarıyla hatırlanır. “Özfatura dönemi”, “Çakmur dönemi”, “Piriştina dönemi”, “Aziz Abi dönemi”, “Tunç Bey dönemi” ve yeni başlayan “Cemil Tugay dönemi” … Bu ilçeler için de geçerlidir. Eğer dönemler arası geçişleri bilmeyenler kadrolara oturursa, başkanın adı tarihe hiç de iyi geçmez. Bunun örnekleri ne yazık ki mevcut. Bu yüzden örneğin genel sekreterlik konusundaki direncinden ötürü Cemil Tugay’a sahip çıkmak hepimizin borcudur. Adı ve makamı ne olursa olsun, kimse İzmir’i kendine çiftlik seçemez. 
Benim şahsi önerim, başkanların en azından 6 ay mümkün olduğunca ortamlardan uzak kalıp, belediyelerini, geçmiş dönemleri, personel ve liyakat konularını öğrenmeleri. Meclislerinde akıllarına her geleni söylememeleri ve ailelerini asla belediye işlerine sokmamaları. Ha bir konu daha var, eğer geçen dönemlerde yasadığı harcamalar yapıldıysa, yanlışlara imza atıldıysa bunu acilen adli mercilere bildirmeleridir. Kapı önü dedikoduları belediye başkanlarına yakışmaz. 
Ne diyelim, zaman az ama gidilecek yol uzun. İzmir, iki yüzlülere, sadece kendi çıkarını düşünenlere, cahil alimlere bırakılmayacak kadar kutsaldır. Geçen dönemler geçmişte kaldı, şimdi yeni dönem ve yeni şeyler söylemek yapmak zamanıdır.  


ÖNEMLİ NOT: 
Ben bu hafta İzmir’in “kozmik odası” olarak gördüğüm Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi’ni yazacaktım. Orada “tuhaf” bir şeyler oluyor ve ciddi riskler her yerde konuşuluyor. APİKAM menfaat devşirilecek ve hadsizlik yapılacak bir kurum değildir, müdüründen güvenliğine çok özel bir kurumdur. Oradaki arşiv malzemeleri, Pazar tezgahlarındaki ucuz mallar da değildir. Öyle herkesin kolay elde edeceği belgeler de değildir o arşiv. Ben şimdilik bu kadar yazayım. Ama daha ayrıntılı bir yazı hazırlıyorum. Çünkü o kurum, bırakın hayatımın 8 yılını verdiğim yer olmasını, en sert muhalefet yaptığım rahmetli Ahmet Piriştina’nın en çok desteklediğim projesiydi ve kimselerin bilmediği özel bilgileri hala hafızamda saklıyorum. Başkan Tugay’dan beklentim, oraya “kutsal emanet” gibi bakmasıdır. Bir de İzelman İzmir Yayınları konusu var. Başkan Tugay olması gereken neşteri vurdu oraya. Fakat “kitap kafelerden” yayınlara o kadar çok yanlış yapıldı ki… Çok yakında hepsini açıkça yazacağım. Yazmak zorundayım zira özellikle Sosyal Hizmetler, İzbeton, Tanıtım, Kültür Sanat gibi birimlerden dünya kadar mesaj ve telefon alıyorum. Çoğu yakın tanıdığım kardeşlerim ve onların çalışmaktan başka dertleri yok. 
Çünkü “susan dilsiz şeytandır”!