Önce belirtmeliyim ki anlatacağım anılarımın kahramanı aynıydı ve şu anda yaşamıyor.
Bir medya grubundan TV için “haber müdürlüğü” teklifi almıştım, görüşmeye gitti. Şartlardan, maaştan önce bana net olarak “bak sakın ama sakın Ahmet Piriştina aleyhine haber yaptırmayacaksın, çünkü o bizim çalışanlarımızın maaş garantörümüz” dendi. Yeni çocuğum olmuştu ve mecburdum kabul etmeye, zaten 1 yıl civarı çalışıp ayrışılmıştım. Daha sonraları köşe yazmak için bir başka ama bu kez gazeteden teklif aldım, yine görüşmeye gittim ve yine şartlardan önce bana “Büyükşehir, esnaf birliği, ticaret odası aleyhine yazı yazma lütfen” dendi. Ama gazetede bu pek mümkün olamadı zira bu şartları ileri süren gazeteden ayrılmıştı.
2000 sonrası İzmir basınına bizzat basın yöneticileri ve patronların eliyle “otosansür” sokuldu. 24 Temmuz’da “basın özgürlüğü mücadelesi” nutukları atanların önce bu yaşattıkları otosansür belasını anlatmaları gerekir. Özellikle yerel basın yerel kaynaklarla yürür. Ama son yıllarda sermayedeki yabancılaşma, İzmir aidiyetinin zayıflaması ve özellikle belediyelerin kilit noktalarında ne kadar değerli olurlarsa olsunlar İzmirce yaşamayı ve düşünmeyi bilemeyen İzmir dışı ve genellikle parti baronlarının nepotik dayatmalarıyla görevlendirilmeleri korkunç faturaların çıkmasına yol açtı ve ne yazık ki bu süreçte de faturalar ağırlaşacak.
Gazete ve televizyonların tek muhatapları millet olsa da yayınların millete yapılmaması ne fena değil mi? İşte böyle 5 milyonluk kentte 3 bin basan gazeteler olur! Biliyorum kızanlar var, ne diyelim dondurma alsınlar afiyetle yesinler ve biraz da özeleştiri yapsınlar! Haydi pazartesi görüşürüz…





