“Birinci Dünya Savaşı’nın ortada bıraktığı çocuklardanım” diye başlar bir söyleşisinde Ruhi Su…

Ermen bir anadan babadan doğmuş, 1915’te anası babası açlıktan kırılmış, bir nüfus memurunun kaydı üzerine Abdullah ve Huri adlarını ana baba bilmiştir. “Anamı babamı hiç tanımadım, çok küçüktüm Adana’da çocuksuz fakir bir ailenin yanına verdiler, amcan ve yengen bunlardır dediler, bende inandım” diye ekler sözlerine. Evdeki keçiler tavukları güder, karanlık basıncaya kadar eve gitmez ağaçlardan meyve toplayarak karnını doyururmuş.

 6 yaşına geldiğinde Adana, İngilizler ve Fransızlar tarafından işgal edilince, bütün Adana halkı gibi Toroslara kaçar. Yıllarca, verilen bütün işleri yapmasına rağmen bir türlü yengesine yaranamaz küçük Ruhi… Bir gün, yengesi ve amcası eline bir bidon vererek gidip su bulmasını söylerler. Ruh Su, gidip suyu bulup getirir ama ortada ne yengesi, amcası ne de birlikte olduğu kafileyi bulamaz. Bir testi su ve küçük bedeni ile tek başına dağ başında kalakalır. Dağlarda meyve toplayarak karnını doyurur, incir yaprakları üzerinde geceler. Kaç gün kaç gece geçirdi bilmez ama sonra aradığı kafilesini, yengesini ve amcasını bulur. İşte o zaman anlar yengensin yüz ifadesinden dağ başına kasıtlı terk edildiğini, gerçek yengesinin ve amcasının onlar olmadığını… Yaşamı hep yoksulluk ve zorluklarla geçer. Çocuk denecek yaşta savaş denilen şeyi, içinde yaşayarak, seferberlik türküleri söyleyerek öğrenir.

Adana’ya döndükten sonra yoksulluk ve yengesinin zulmü devam eder. Yengesi, bir gün Ruhinin küçük bir kabahatini bahane ederek ağaca bağlayıp komşuların gözü önünde bayıltıncaya kadar döver. Komşuları artık bu zulme dayanamaz gizlice onu “ Öksüzler Okulu’na “ yazdırırlar. O zaman ki adı ile Dar-ül Eytam… Ruhi Su 10 yaşındadır ve o saatten sonra yatılı okul yılları da başlar. Öksüzler okulunda sesinin güzelliği de dikkat çekince bir keman yaptırırlar ve böylece müzik yaşamı da başlamış olur.

Ankara Müzik Okulu, Risayet-i Cumhur Orkestrası, Hasanoğlan Köy Enstitüsü derken 1936- 1942 yılları arası Devlet Konservatuarı sanatçısı olarak çalışmaya başlar. 1952 yılına kadar Devlet Operası’nda çeşitli operalarda oynar, opera çalışmaları sonrasında türkü söyleyerek, dereme çalışmaları yapar. Konservatuar da türkülerini dinleyen hocalarından Markovich, Türk müziğinin bu kadar güzel olduğunun ilk defa farkına varıyorum der.Ankara’da, yedek subaylığını yaparken operalarda oynamaya devam eder.

Sıdıka Su, 1945- 1946 yıllarında Ankara Üniversitesi, dil tarih coğrafya fakültesinde Felsefe bölümü öğrencisiyken, ailece Ruhi Su dinler, büyük hayranlık duyarlarmış.

“Ruhi, Ziraat Mühendisi olan büyük ağabeyimin arkadaşıydı. Bir gün beni Dil tarh coğrafya fakültesinde yurda bıraktı, süreç içerisinde ailevi ve düşünsel olarak da çok iyi anlaştığımızı gördük. Aynı idealler için mücadele ediyor, aynı türküleri dinliyorduk” diye belirtir bir hatıratında.

Her ikisi de TKP (Türkiye Komünist Partisi) üyesidir ve gizliliğe çok önem verdileri için, ikisi de bu durumu birbirinden gizlerler. 5 yıl arkadaş olarak kalırlar, her ikisi de evlilik için kararsızdır. Bir gün, ikisi de birbirinden habersiz aynı saatte parti binasına gittiklerinde öğrenirler aynı partinin üyesi olduklarını. Beklenen olur ve aynı anda cezaevine düşerler. 5 yıla mahkûm olmuşlardır.

1952 yılında cezaevinde, Behice Boran ve Nevzat Hatkoy nikâh şahitliğinde evlenirler. Ruhi Su’nun Sıdıka Su’ya nikâh hediyesi Goya’nın bir albümüdür ve bunu imzalayarak karısı Sıdıka’ya hediye eder.

İşkencelere beraber göğüs gererler. Yokluk, acılar ve işkenceler onları ne düşüncelerinden ne de birbirlerinden vazgeçiremez. Daha çok kenetlenirler birbirlerine.

Ruhi Su, 1952 yılında cezaevinde evlendiği hapishane ve hayat arkadaşı Sıdıka Su adına 3 kıtalık, nihavent bir Türkü, “Mahsus Mahali” yazar.

“Dirliğim düzen dermanım canım

Solum sol tarafım İmanım Dinim

Benim beyaz unum ak güvercnim

Bilirim bilirim kardeş, gelen gündedir.”