İzmir'den gece yarısında başladığımız ve pazar günü gece yarısına az kala noktaladığımız bir yolculuğumuzu özetleyeceğim size. "Uzun yazıyorsun, yazdıklarının tamamını okuyamadan uyuyakalıyoruz" diyen arkadaşlarımın hatırına fazla uzatmayacağım. Ama en azından yazdıklarımın uyku sorunu olanlara iyi geldiğine sevindim. İzmir ile Keçiborlu arasında, İzmir-Aydın ve Kuyucak-Denizli otoyollarını da kullanarak Alikurt-Çardak-Dazkırı-Dinar üzerinden yolculuk 375 kilometre. İki küçük mola ile yetindik, bir ara kısa bir sağanak geçti üzerimizden ve Keçiborlu çıkışında gül ve lavanta bahçeleri, çilek tarlaları ile kuşatılmış kahvaltı edeceğimiz tesise ulaştığımızda henüz gün doğmamıştı

(Saat 05.30)... Basri beyin, ortasındaki sobada çıtır çıtır odunların yandığı alçakgönüllü tesisinde mart ayı sabahı serinliğini, mis gibi gül kokularıyla karıştırıp içimize çekerek harika bir kahvaltı ile başlattık sabahı. Oysa samimiyetleri bile yeterliydi. Bizi memnun etmek için seferber oldular. Pembe gül, nezaket, zerafet ve masumiyet demekmiş. Oysa yaklaşık 15 bin dekar alana dikilen pembe güllerin yöre halkı için çok daha derin bir anlamı var. Geçimleri buradan... Türkiye’de 24 farklı gül türü olmasına karşın gül yağı elde etmek için kullanılan gül, kültürü de yapılabilen İsparta Gülü. Bu gülün üretimi ise Göller Yöresi’nde İsparta, Burdur, Afyonkarahisar ve Denizli çevresinde yapılıyor ve ülkemizin gül üretiminin yüzde 70’i İsparta’dan karşılanıyor.

Türkiye’deki toplam 22.840 dekarlık yağ gülü üretim alanının 15.910 dekarı Isparta'da bulunuyor. Gül üretiminin en yoğun olduğu yer ise Keçiborlu’nun Ardıçlı Köyü. Gün doğarken gül kesimi başlamıştı. Güneş yükselirken sona erermiş, öyle dediler. Güller, çilekler ve gelinciklerin arasında ilkbaharın muhteşem coşkusuna da hayran kalarak çektik ilk fotoğraflarımızı...Ardıçlı Köyü'ne geçtik oradan. Gül bahçelerinin arkasında Burdur Gölü var, ama yok. Gölün suları burayı terketmiş.

Suriyeli aileler çuvalı 20 liradan gül topluyor, traktör römorklarına istifliyor ve işleme tesisine taşıyor. Nereye bakarsanız bakın gül bahçeleri ve gülün o mis kokusu...
EĞİRDİR ÇOK SAKİNDİ
Eğirdir'e geçtik oradan. Eğirdir Gölü, günün değişik zamanlarında farklı renklere bürünen, gün batımında seyrine doyum olmayan, elma ve şeftali bahçeleriyle çevrili, berrak plajlarıyla ünlü, Türkiye’nin dördüncü büyük gölü. Göl, Sultan ve Karakuş Dağları’nın arasında yer alıyor. Kuzey-güney uzunluğu 50 kilometre, doğu-batı genişliği ise 3 ile 15 kilometre arasında değişen Eğirdir Gölü, deniz yüzeyinden 916 metre yükseklikte yer alıyor, ortalama derinliği ise 12 metre. Eğirdir Gölü'nün güneybatı sahillerinde derin ve kuytu koyları bulunuyor. Sarp kayalar ve yarlar bu koylara görünümünü daha da güzelleştiriyor. Kuzeyden güneye uzanan göl yer altı su kaynakları ile besleniyor. İki bölüme ayrılan Eğirdir Gölü’nün kuzeyindeki bölüme Hoyran Gölü, güneyindeki bölüme Eğirdir Gölü deniyor. Gölün kenarları dik dağlarla çevrili. Eğirdir ilçesinin üzerinde bulunduğu yarım adanın bir uzantısı gibi küçük iki ada yer alıyor.
Son yıllarda göl sularının azalması sonucunda bu adalar birbirine ve Eğirdir’e bağlanmış durumda. Gölde farklı türlerde balıklar yaşıyor. En ünlüleri Çapak, siraz, çiçek, levrek ve sudak balıkları... Burada da çekilmiş göl suları. Yıllar önceki gibi değil. Can Ada ilgimizi çekmedi. Çok sakindi kasaba. Belediye büfesinden hediyelikler alıp (Lavanta gazozu lezzetli) gölün doğusundan önce Gelendost'a, sonra Yalvaç'a ulaştık.
İzmir yaz mevsimine hazırlanıyor. oysa burada yeni başlamış bahar, bütün tazeliği ile... Yol boyunca badem, erik, elma, kiraz bahçeleri, gelincikler ve çoğunun adını bile bilmediğimiz rengarenk çiçeklerle süslenmiş tarlalar(İsparta çevresinde 482 endemik bitki türü varmış)... Atabey çöveni, Sütçüler kekiği, ekinezya, rezene, oğul otu, çörek otu ilk akla gelenler.
Ama elma, Napolyon kirazı, lavanta, haşhaş ve pembe gül bölgede en çok üretilenler. Yol boyunca direklerdeki yuvalarında sabırla yavrularının yumurtadan çıkmasını bekleyen leylekler, telaşla uçuşan kırlangıçlar, dem çeken kumrular, insana şu kısacık hayatın ne kadar değerli olduğunu anlatmaya çalışıyor gibi el ele vermişler. Sonunda İzmir'de herkes kendi gerçeklerine dönecek ama yaşadığımızı hissettirecek bir haftasonu kaçamağı bizimkisi.
SU KEMERLERİ AYAKTA
Pisidia Antiokheia Antik Kenti Yalvaç'ın yanıbaşında ve çok geniş bir alanı kaplıyor. Su kemeri biraz uzaktaydı ama kemerin ayaklarının dibinde kendiliğinden yetişmiş
bademlerin tadına bakmak için bile o kadar yürümeye değerdi. Bu görkemli kemer Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından geceleri spotlarla aydınlatılsa geceleri
ne harika bir görünüm olur. Pisidia, Hisarardı yolu ile Hisarardı Çayı arasında yer alıyor. Antik kentte Roma ve Bizans dönemine ait yapı kalıntıları bulunuyor.
Surların geçtiği yerlerin tamamen belirlendiği kentin ana giriş kapısı batıda yer bulunuyor.

Kentin kuzeyinde Su Kemerleri, Nympheum, Hamam, Palestra gibi yapıların kalıntıları mevcut. Merkezde Tiyatro, Tiberius Alanı, Propylon ve Augustus Tapınağı alanı yer alıyor. Ayrıca Tiberius alanının yakınında bir Bizans kilisesinin kalıntıları ile batıda bir bazilika kalıntısı bulunuyor. Kentin su kemerleri kuzeydoğu yönünde kısmen ayakta... Antiokheia Örenyeri'ndeki hamam-bazilika yapısı, tiyatro, Nympheum (çeşme yapısı), batı kapısı ve civarı, Decumanus Maximanus, Cordo Maximanus caddelerinin her iki yanında doğu, batı, kuzey ve güney taraflara devam eden sokak girişi ağızlarında, St. Paul ve Merkezi Kilise'de de küçük çapta kazılar yapılmış. Aziz Paulus’un ziyaret edip Hristiyanlığı yaydığı yerler hac merkezi kabul edilmiş.
Bu nedenle Pisidia Antiokheia’da bulunan St. Paul Kilisesi de hac merkezilerinden biri olaraks biliniyor. Günümüz Ortodoks mezhebine ait birçok yabancı turist burada ayin yaparak hac görevlerini yerine getiriyor. Bu arada antik kent sahasında çok sayıda tavşan ve tilkinin yaşadığını farkettik.
SIRILSIKLAM OLDUK
Gün boyunca batıdan doğuya akan ak bulutlar, Akşehir'e doğru Sultan Dağları'nı aşarken gökyüzünü tamamen kapladı, yağmura dönüştü, hiç dinmeyeceğini sandığım ağır bir sağanak başladı. Mevsim kışa döndü birden. Sağanaklar altında girdiğimiz Akşehir'de sırılsıklam olmamıza aldırmadan eski evlerin restore edildiği sokakları, Tarihi Arasta Çarşısı'nı ve Hasan Paşa Camisi'ni görebildik. Arasta'da dükkanlar çoktan kapanmıştı. O yağmurda tarihi istasyona da Nasrettin Hoca'nın evine de, Batı Cephesi Karargahı Müzesi'ne de gidemedik.
Çarşıda yediğimiz etli ekmekle teselli ettik kendimizi... İsparta'da geç saatte ulaştığımız otelde nasıl uyuduğumu hatırlamıyorum ama yorucu bir günün sonunda hakedilmiş bir uykuydu bizimkisi... Sabah, kahvaltının ardından içimizde yeni bir yolculuğun heyecanı ikinci güne başladık. Burdur Ağlasun'a Sagalassos Antik Kenti'ne gidiyoruz şimdi.Yaklaşık 60 kilometrelik yolumuz var. Bir yanını çırılçıplak ve yüksek sivri dağların, bir yanını yemyeşil ormanlarla kaplı tepelerin çevirdiği derin vadinin içine kurulu 3 bin 500 nüfuslu Ağlasun, günün birinde
sakin bir köşede, küçücük bir evde keçilerle, köpeklerle, tavuklarla yaşamaya karar verirsek yerleşmeyi ilk düşündüğümüz yerlerden biri Ağlasun. Küçücük ilçenin kalbi, yemyeşil devasa çınarların, söğütlerin, akasyaların gölgelediği Altınpark'ta atıyor. Ama hava soğuktu ve parkta kimsecikler yoktu. Kirazlar ve erikler de olgunlaşmamıştı henüz...
KUSURSUZ İŞÇİLİK
Kahvelerimizi yudumlarken 7 kilometre uzaklıkta, Toros Dağları'nın çıplak yamaçların üzerine kurulu Sagalassos Antik Kenti'ne hayranlıkla baktık. Zirveleri örten kara yağmur bulutlarının arasında bir masal kenti gibi görünen Sagalassos'a kaçıncı kez gittiğimi anımsamıyorum ama her gidişimde hangi usta ellerden çıktığını bilemediğim mermer işçiliğine her seferinde daha fazla saygı duyuyorum. Bu mermer bloklar, sütun başlıkları, heykeller bu kadar kusursuz nasıl işlenebilir? Ben bu sorunun yanıtını hala bulamadım. Sagalassos’ta kazıları 1990 yılından bu yana Belçika Leuven Üniversitesi’nden Prof. Marc Waelkens’in yönetiminde, büyük ölçüde Türklerden oluşan ve farklı disiplinlerden uzmanları içeren uluslararası bir ekip yürütüyor.
Kazılar sırasında ele geçen arkeolojik buluntuların tümü Burdur Müzesi’nde korunuyor. Kazılar sırasında açığa çıkarılan aşağı ve yukarı agoralar, Antoninler Çeşmesi, Roma Hamamı, Apollon Klarios ve Antonian Pius tapınakları, sütunlu cadde, Macellum, kent villası ve tiyatro gittiğinizde görebileceğiniz yapılardan. Sırada Salda Gölü var.

Eşeler Dağı üzerinde biriken yağmur bulutlarının giderek alçaldığı Salda'ya ulaşmamız bir saat sürmedi. Suyun azalması ve çoğalmasından kaynaklanan periyodik bir değişim geçiren Salda Gölü'nün kumsalında o hayal ettiğim beyazlık yok. 2010 yılında gittiğimde de yoktu. Beyaz kumsalın yoğun olduğu bölüm artık Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın kontrolünde. Büyük bir otopark yapılmış. Kişi başına giriş 20 lira, otobüs giriş bedeli 600 lira. Traktörün çektiği trene benzer bir araçla gidiyorsunuz göl kenarına.

Kumsalda yürümek yasak.Seyir yeri ve ırada fotoğraf ekebiliyorsunuz ve Salda yazılarının önünde, gölü arkanıza alarak anılarınıza birkaç kare ekleyebiliyorsunuz. Yağmur o kadar aniden ve şiddetle indirdi ki göl ile ilgili çekim hayallerimizi sırılsıklam olmayı göze alarak 20 dakikaya sığdırdık. Serinhisar yakınlarında anayol üzerinde ev yemekleri pişirilen bir lokantada sabahtan bu yana ilk kez yemek yemenin tadı damaklarımızda yeniden yola çıktık.
Unutulmayacak iki harika günün noktalanmasına daha 278 kilometre vardı... Ve hayat kısa bir yolculuktu...
Yazar: Engin Yavuz





