İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesi ve nükleer enerjinin keşfi, enerji üretimi teknolojilerinde yeni bir çağ başlattı. Bu dönemde, nükleer silahlar, özellikle Soğuk Savaş döneminde ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki gerilimleri şekillendiren temel unsurlardan biri haline geldi. Sovyetler Birliği'nin çöküşü sonrasında, nükleer silahların yayılmasını engellemek adına çeşitli uluslararası anlaşmalar yapıldı. Ancak, Kuzey Kore gibi ülkelerin nükleer test faaliyetleri, bu silahların tehlikesinin hâlâ devam ettiğini göstermektedir.
Nükleer silahların varlığı, ironik bir şekilde, küresel bir nükleer savaş çıkmamasında önemli bir rol oynamıştır. Karşılıklı olarak garanti edilen yıkım (MAD) kavramı, nükleer silahlara sahip ülkeler arasında bir çatışma çıkmasını önleyici bir faktör olarak işlev görmüştür. Ancak bu silahların varlığı, yanlış alarm ve insan hataları gibi faktörlerle potansiyel bir felakete yol açabilecek riskleri de beraberinde getirmiştir. Örneğin, 1983 yılında yaşanan bir yanlış alarm neredeyse ABD ve Sovyetler Birliği arasında bir nükleer savaş başlatacaktı. Bu ve benzeri olaylar, nükleer silahların kontrol altında tutulmasının önemini ve bu silahların yönetimi konusunda uluslararası işbirliğinin gerekliliğini vurgulamaktadır.
Sonuç olarak, nükleer silahlar sadece bir savunma aracı olmanın ötesinde, global politik dengeler üzerinde derin etkiler yaratmıştır. Gelecek nesiller, bu silahların varlığıyla nasıl başa çıkacakları konusunda ciddi kararlar almak zorunda kalacaklardır. Bu, sadece teknolojik bir mesele değil, aynı zamanda etik ve politik bir sorundur.