Eskidendi, televizyonun ilk çıktığı yıllardı:1970 ortaları.  Ödemiş…

Mahallenin iki televizyonundan biri bizim evdeydi: Diğeri mahalleyle mesafeli duran Alamancıların evindeydi. Mahalleli onlara tv izlemeye çok da rahat gidemezdi, o yüzden olsa gerek,  herkes bizim eve doluşurdu. Yıllarca böyle devam etti.

İyi,  hoş,  mutluyuz, çoğu akrabamız olan komşularımız da görgülü; çaylarını demleyip, mısırlarını patlatıp, incir susamlarını alıp; çat kapı 'Komşular evde misiniz?' deyip dalıyorlar içeri. Çol-çocuk,  cümbür cemaat reklamlarda Ajda Pekkan'ı filmlerde Filiz Akın'ı, Tarık Akan, Cüneyt Arkın izlerdik.

Sonra sonra, tek tük televizyonlu evler artmaya başladı. Evinde tv olmayanlar, evinde tv olanlara sırayla gidiyorlardı artık. Öyle ya; yıldırmamak gerekti hep aynı eve abanıp. Komşularımız kapıya gelir,  evde ışık görürse 'Hu Gomşulaaa' ünüyle dalardı televizyona. Evet, televizyona: Sanki bize değil televizyona gelirlerdi.

Küçücük odada iğne atsan yere düşmezdi insandan çocuktan. Çaylar odanın kapısından uzatılıp elden ele en diptekilere ulaştırılabilirdi ancak. Hele, melankolik Türk filmlerinin oynadığı salı günlerinde herkes salya sümük ağlardı,  birbirinden gizleyemeye çalışarak. İyi ki odanın ışığı kapatılıp sinema havası verilirdi film başladığında:  Öpüşme sahneleri sanki cinsel eğitim gibiydi. Çocuklar elleriyle yüzlerini kapatıp parmak arasından bakarak öpüşmenin bitmesini beklerlerdi. Çay kahve içilmiş cevizler, çiğdemler çoktan kırılmış olurdu film başladığında. Filmler soluklar tutulmuş bir halde izlenir, tuvaleti gelene bile odadan çıkarsa, hele bir de televizyonun önünden geçerse, söylenilirdi.

Kemal Sunal filmlerinde yere bağdaş kurup oturmuş annelerin göbekleri kalka kalka gülerlerken ahşap dalların üstüne kurulmuş kerpiç evimizin tabanı da sallanırdı deprem olmuşçasına.

Birbirimize değe değe, içimizden geçe geçe, ekrana düşen görüntülerle herkes kendi hayalini kurardı belki.

Hısım akraba, dost düşman olurduk ekran gördüklerimizle. Gülgün Feyman, Halit Kıvanç, Erkan Yolaç bizdendi sanki. Kaynanalar dizi vardı, ‘Hii Tijen’i sevmezdik, Dallas dizisindeki Ceyar’ı da ama Suzi çok tatlıydı. Erol Taş ile tecavüzcü Çoşkun’u ödemiş pazarında kıstırsak da dövsek diye planlar yapardık.

Bir gün bir sansürlü tecavüz sahnesi vardı. Annelerimiz başlarını televizyondan bir başka yana çevirip tecavüzcü Coşkun’a ilenirlerken,  erkeklere önlerine baktılar. Hayrettin amca bağırdı:

“Ülen ben seni (Coşkun’u kastediyor) Ödemiş’te kıstırıp ananını bellemezsem de Hayrettin değilim!”

Babam da “Hadi ülen, nerden bulcan onu Ödemişte?” dediydi de Hayrettin amcam;

“Ülen bu hiç mi pazara inmeyecek; İlla inecek. Garajda bekleyip bulurum ben onu.”

İnanırdık, bütün dünyanın, bütün televizyondakilerin illa ki Ödemiş pazarına geleceğine.

Bildiğimiz en sosyal yer ödemiş pazarıydı. Ceyar’la hatta Suzi ile bile karşılaşsak şaşırmazdık…

 Yayınlar akşamüstü istiklal marşı ile başlar gece yarısı yine istiklal marşı ile son bulurdu. Ayağa kalkardık marş söylenirken.

Kerpiç evimizin televizyonlu odasının tam altındaki yer de ineğimizin damıydı.  Hatırlıyorum, bir keresinde gebeydi ineğimiz. Yine bir Türk filmi izleniyor, kalabalık.

Annem, ‘Ümit git bi bak, ineğin götüne, buzağı geliyor mu?”  dedi.

Filmin de en heyecanlı yeri… Eskiden televizyon da bir hayatlarımız gibi akıp giden bir nehir gibiydi: Durdur’a basıp işini görüp kaldığın yerden izleyemiyorduk. Hayalimizdi televizyonu durdurup kaldığı yerden izlemek.  Sonradan bunu yaptılar.

“Hadi Ümit, git bak şu sarıkız’a. Doğuracak deyom sene!”

Ah anne, filmin en güzel yerinde: Sarıkız da tutuversin kendini film bitene.

Diyemiyorsun tabi böyle… Hemen bir çözüm bulmuştum: Üstünde oturduğumuz çulu aralayıp altındaki tahtaların arasına gözümü dayayıp sarıkıza baktım. O tahta boşluğundan sarıkızı görebiliyordum.

“Yok, anne, buzağı gelmiyor daha”

Ve film devam ederdi. Biliyorum ki ben gibi komşularda buzağı o an gelmesin, diye dua ederlerdi.

Bazen sıkılırdık bu tıklım tıklım misafirliklerden. Eğer kimse gelmesin istiyorsak ışıkları kapatır, kadife perdelerimizi çekerek,  karanlık odanın içinden, önce bir kaç kez 'hu komşular hu, evde misiniz?' diye seslenmelerini soluklarımızı tutarak bekler, kerpiç hanayımızın ahşap tabanındaki ağaç dallar ses çıkarmasın diye kımıltısız beklerdik. Onlar da içerde olduğumuzu isimleri kadar bilirdi. Ama evde yoktuk işte, müsait değildik. Gelen misafirler, bir süre sessizliği  dinleyerek, ışığın da  yanmadığını görünce kilitsiz yamuk ahşap bir bahçe kapısından çıkıp mahalledeki başka ve  ışıkları açık ama  televizyonlu bir evin kapısını 'hu hu’larlardı. Biz de arkalarından, sözde kendimizi gizleyerek, perdenin gözümüz kadar açılmış aralığından bakar 'Anne gittiler, gittiler' derdik sevinçle. Çünkü ödevlerimi yapacaktım, rahat rahat televizyon izleyecektim.

Şimdi bunu sosyal medyada yapıyoruz. Evine, kalbine girmek istediklerimizin paylaşımlarını beğeniyor, el sallıyor, gülücükler, büzücükler yapıyoruz. İlgimizi, merakımızı gösteriyoruz sözde. Sonra da ışıklarımızı kapatıp ofline olup onları perde aralığından izliyoruz. Böyle sosyal medyadaki iletilerimizi (kapımızı)  tıklayıp sonra sessizce gitmelerinden büyük bir haz alıyoruz. Hem aranıp sorulmak istiyoruz hem de onlarla bir olmak istemiyoruz. Çağdaş Homo Sapiensin en büyük trajedisi; hem yabancılaşmayı bilip hem de onu yaşaması. Eskiden daha doğrudan bir dilimiz vardı. El değildik bu kadar. Şimdi kendimize bile el olduk. Sosyal Medya profillerimiz gerçeğimiz değil, ideal benliğimiz:  Olmak istediğimiz bizler.

Öyle çat kapı biribirimize girebildiğimiz bir dünyadan, böyle bin kilitli yüzbin şifreli bir yaşama geçiverdik. Randevusuz evine çocuğunu almayanlar, annesini evine sokmayanlar var. Bi isteksizlik, bi oldurmazlık var her şeyde. Birlikte kah kah gülerken depremler olurdu sanki. Şimdi imojilerin sessizliğinde daha erdemli, daha çağdaş, daha mı eğitimliyiz?