“Uygar dediğimiz şu dünyamızdaki akıl almayacak vahşetlere bakın, bütün bunlar insanların ve zihin durumlarının ürünü. Bakın şu şeytansı yıkma araçlarına, bunlar, hepimizin özendiği, kimseye zararı dokunmayan insanlar, aklı başı yerinde, saygıdeğer vatandaşlar tarafından icat edilmiştir.


Sonunda her şey birden patlak verince ve her yer anlatılamayacak derecede bir yıkıntı cehennemine dönünce, kimse sorumluluğu üstüne almak istemeyecek.


Böyle oluyor işte ne yaparsınız, oluyor ama sebebi kim, insan.
Ama insanlar bir düzen üzere ödevlerini yerine getiren ve vasat bir hayat süren, alçakgönüllü ve önemsiz bilincinden başka bir yanı olmadığına inanılan kimseler olduklarından herhangi bir şey tarafından kontrol edilemeyen müthiş bir kuvvetle yönetildiğini bilmiyor.


Bu korkunç kuvvet, kötü bir şeytanın içine girdiği düşünülen komşu devletten korkmayla en iyi anlatılabilir. Kimse kendinin ne kadar ve nerede şeytanı içinde bulundurduğunu bilmediğinden, herkes, kendi durumunu başkasına yansıtıyor, böylece en büyük topları, en zehirli gazları bulundurmak kutsal bir ödev oluyor. İşin en kötü yanı kişinin bunda kendini haklı görmesidir. Bütün komşularımız, tıpkı bizim gibi kontrol edilmeyen ve edilemeyen korkuyla yönetilmekte. Hastaların korku çektiklerinde öfke ve nefret duydukları zamandan daha tehlikeli oldukları akıl hastanelerinde çok iyi bilinir.
Yukarıdaki satırlar Analitik Psikolojinin kurucusu Carl Gustav JUNG’ a ait. 


&&&
 
Babam Carl Gustav JUNG'u bilmezdi.
Rahmetli Babam Bey Efe Manisa Akıl hastanesinde (tımarhanesinde)  yatmışlığı vardır. Benim doğduğum yıl başlamış rahatsızlığı. Ben büyürken babamın kontrolleri için Ödemiş'ten Bozdağ’a,  oradan da Salihli’den Manisa'ya gittiğimiz günleri hatırlarım hayal meyal. O dönem Manisa ‘Tımarhanesinin’ başhekimi Dr. Necati Çalışkan'dı. Babam onun özel hastasıydı. Babamı normalleştirdiği ve iyileştirdiği için evde bir efsaneydi babamın doktoru. Babaannem her gidişimizde ona süt, peynir, günbalı, tereyağı, incir, zeytinyağı... Artık evde ne varsa işte, doktora taşırdı. Sonradan kulaktan dolma duyduğum bilgilerle, babamın çok nadir olan bir psikolojik hastalığını tedavi ettiğinden dolayı Başhekim için de babamın yeri ayrıymış, özel hastasıymış falan. 


(Yıllar sonra öğrendim ki, babam hasta falan da değilmiş zaten: kendince geçerli bir sebepten dolayı deli numarası yapmış ve nasıl olduysa bunu hastane dahil herkese inandırmış: Ama şimdi konumuz bu değil; belki bir daha ki yazıda babamın nasıl deli olmadığını öğrendiğimi de yazarım)


Başhekimden torpilliydi babam. 'Oğlum' diye severmiş onu. Küçükken babamın kontrollerinde beni de götürürlerdi. Başhekim ’in özel muayenesine de giderdik. Desenli duvar kağıdı ile kaplı bir odaydı: O desenlere bakmaya bayılır, o kadar desenin duvara nasıl boyandığına anlam veremezdim. Acaba televizyonda hem resim yapmayı anlatan hem de çok güzel manzara resimleri yapan kıvırcık saçlı adam mı yapmışt?  Duvar kağıdı diye bir şey olduğunu bilmiyordum ki. Bir duvar hep kitapla doluydu. Bir psikiyatristin odası nasıl olursa işte. Terapi divanı bile vardı. Gözlüklü, sakin duruşuyla ondan etkilenmiştim. Büyüyünce ben de psikoloji insanı olmak istemiştim.


Babam zamanla normale döndü ama onun Başhekimin özel hastası olduğunu bilen konu-komşu ve civar köylerden rahatsızlanan hastaların yakınları kendi hastaları için babamın aracılık etmesini isterlerdi.


Evimize gelirler; ' Mustafa (Bey Efe)  bizim oğlan dellendi. Senin doktora mı götürsek'' derlerdi. Dr. Necati Çalışkan herkes için bir efsaneydi. Babamın kimseyi geri çevirdiğini görmedim. Onları alır Manisa Tımarhanesi Başhekimine götürürdü.
Bir gün... Yine birini getirdiler babama. Babamı terzi dükkanıydı sanırım. Üç dört adamın zor zapt ettiği biri vardı. 'Kafayı yedi bizim oğlan. Bunu tımarhaneye götürüp tımar etmemiz lazım' diyordu babası. Babamdan çare umuyorlardı. Ağzından köpükler saçan, dana gibi böğüren, durmadan tepinen bir adamı gerçekten zor tutuyordu üç-dört kişi.
Babam sadece izledi onu. Sonra elini kaldırıp diğerlerine; 'Bırakın delikanlıyı!’ dedi.
Diğerleri bırakmak istemedi. Kaçar ya da saldırır diye endişeleri vardı.
"Bırakın dedim size!" dedi ama buyuran bir tonla ve deliyi tutanlardan birine göz kırparak bir tokat patlattı.
Adamı bıraktılar. Birden değişti her şey: O biraz önce çırpınan deli esas duruşa geçmiş gibi kaskatı kesilmişti. Kımıldamadan, kıpkızıl dehşet dolu gözlerle babama bakıyordu, burnundan soluyan bir boğa gibiydi. Bir süre bakıştılar. Babam hiç gözlerini kırpmadan bakıyordu. Sonunda ‘deli’ gözlerini kaçırdı.  Babamdan korktu mu yoksa onu bir kurtarıcı gibi mi gördü bilmiyorum.
Sonra babam diğerlerine dükkandan dışarı çıkmasını söyledi.
Ben korkuyla bir köşeden onları izliyordum. Deli yavaş yavaş kendine gelerek hareketlenmeye başladı. Büyük bir boy aynasına yumruk vurdu, masayı devirdi ve eline geçirdiği sandalyeyi havaya kaldırmıştı ki; Babam, 'Dur Aslan parçası' deyince öylece, sandalye havada kalakaldı.
Babam, delinin kulağına eğilip bir şey söyledi.
Çıldırmış adam sandalyeyi yere koydu ve üstüne oturdu. Kuzu gibiydi.
Hep birlikte bir arabaya binip onu hastaneye götürdüler.
İyileşti aylar sonra.


Yıllarca merak ettim; 'Acaba babam ne demişti de o deliyi yatıştırmıştı''
Büyüdüm. Psikolojiyi bitirdim. Bu soru içimde kalmıştı: Babam o delilere ne diyordu da kuzu gibi oluyorlardı'
Yılar sonra, babam ölmeden birkaç ay önce, bir akşam içiyorduk babamla. Cesaretimi toplayıp sordum:
' Baba hani bir deli vardı. Dükkana getirmişlerdi. Yerinde duramıyordu. Sen de onun kulağına eğilip bir şey söyleyince, adam sen dersen yapmışt? Çok merak ediyorum, onlara ne söylüyordun da seni dinliyorlardı'"
Babam, sırrını bana o gün söyledi.
"Dellenme ülen! Seni kurtaracağım, dedim!' dedi...
Korkunun, deliliğin ve cinnetin nedeni olduğunu Carl Gustav JUNG'tan önce babamdan öğrenmiştim.