Sanat insanı geliştirebilir, mümkündür; peki; sanat insanı alıklaştırır (mı?)...

“Tarihin babası” olarak tanımlanan Herodotos Lidya’da bir başkaldırıdan söz eder; olay bütün Anadolu ve bu arada Lidya’nın Persler tarafından ele geçirilmesinden sonra yaşanmıştır (İÖ 547).

Pers Kralı Kyros Sardis’i (bugünün Salihli ilçesinin Sart köyü) fetheder ve sonra İyonya’nın işgalini tamamlamak için Sardis’i korumak görevini generallerinden Tabalos’a, yönetimini de Paktiyas’a bırakarak yoluna devam eder. Paktiyas, bir süre sonra Lidyalıları Tabalos’a karşı kışkırtır ve yönetime tamamen el koyar. Başkaldırıyı bastırmak üzere Kyros, Mazares’i Lidya’ya gönderir, isyanın bastırılmasından sonra, Kyros’un önerisi üzerine savaşçı Lidya halkı silahtan arındırılır, müzik, dans ve eğlence ile avutulur: (Diktatör Franko'nun 3 F'si gibi: Tiyatro tanrısı Dionysos Sardes' ten doğması tesadüf değildir yani.)

"Birisini gönder savaş silahları taşımalarını yasak et; mantolarının altına uzun gömlekler, ayaklarına kothornos giysinler; çocuklarına kitara çalmayı, müzikle ve ticaretle uğraşmayı öğretsinler. Kısa zaman sonra bunların erkek değil kadın olarak yetiştiklerini görecek ve sana karşı çıkmalarından çekinmeyeceksin" (Herodotos)...

Sanatların bu alıklaştıran işlevini inkâr mümkün değil. Eğitim ve politikada da  öyle. Yani her sanatı ve eğitimi yüceltme yanılgısı; has olanla has olmayanı, etikle olmayanı ayırt edebilmenin risklerini taşır. Zaten kıyamet burada kopar; sanat(eğitim/politika) ne ve kim için; toplum için mi birey için mi ağa için mi maraba için mi? Sanatın ve eğitimin sınıfsal olduğu, proleterler ya da burjuvazi sponsorluğunda vuku/kabul olduğu da aşikâr...

Bu iki sınıfın kendi çıkarları doğrultusunda sanatı desteklenmesine şaşmıyoruz; her iki tür sanatın da işlevleri ve faydaları var; en azından bu iki zıt sınıfın, yani sömüren ve  sömürülenlerin birbirlerini tanımaları ve önyargıları aşabilmesi anlamında. Fakat her iki sınıfı ve sanatlarını/felsefelerini ve politikalarını tarafsız ve  adil görebilen bir bakışa/felsefeye  ihtiyaç var ki ben buna daha çok itimat ediyorum. Zamanımız aynı bedende iki sınıfın felsefesini taşıyabilen insanları yarattı. Ruhu burjuva, bedeni proleter sanatçılar da var, tersi durumlar da... Buna şizofreninin entelektüel dışavurumu mu bakmak lazım? Kulaklıktan Vivaldi dinlerken, çapa yapılır mı? Elbette yapılır ama arabeskle yatıp kalkarken senfoni yazmak başka bir aşkınlık(!) olur.

Peki, hani sanat(eğitim) geliştirir, aydınlatırdı bizi? Doğrudur ama her zaman değil: Nasıl gözün yetisini aşan güçteki bir ışık kaynağı, görmemize engel ve hatta körlüğe bile neden olabiliyorsa, abartılmış, sanat (ve diğer her şey) da evreni ve kendimizi bir bütün olarak görmemizi engeller. Politik olarak 'alıklaşma ve körleşme' evresi burada olur.

Sanat / bilim ve siyasette ustalaşma ve profesyonelleşme onu uğraş ve ilgi olmaktan çıkarıp bir ürün haline getirdiğinde, hakikaten ve diğer belirleyici olgulardan (örneğin yaşam biçimlerimizi belirleyen politika, sosyoloji vb.) uzaklaşma olasılığı artar.

Sanatın 'alıklaştıran, hakikatten uzaklaştıran büyüsüne' karşı içine konulacak Epik(eleştirel) etki; hem yazarı, hem yöneten ve oynayanı hem de seyirciyi gerçeklik efektleriyle 'uyanık' tutmayı, izlediği/okuduğu/ tükettiği sanatla kaybolmamayı/ politik varlığını ve eleştirel gücünü 'alıklaştırmamayı' sağlayabilir. Yani hem sanatla eğlenebilir hem de 'alıklaşmayabiliriz' ancak bu sanatçının doğrudan politik varlığı/konumu/eğilimi ile ilgilidir.

Bıçağı gerektiğinde kendine ve dahil olduğu sınıfa/zümreye de saplayabilen bir sanatçı, bilim insanı ya da politikacı öncelikle erdem ve hakikatle pişmiş olmalıdır ki uğraşları 'aydınlatan/ yol gösteren' olabilsin.

Konuyu ete kemiğe bürüyelim: Milletvekillerinin çoğunluğunun toprak ağalarından ve Beylerden oluştuğu bir meclisten(parlamentodan) toprak reformuna yönelik kanunlar çıkmasını beklemek safdilliktir. Öncelikle bu (profesyonel) kişilerin refleksleri kendi konum varlıklarını sürdürmek üzerinedir ve zaten çoğu da meclise kendi varlık ve etkilerini artırmak için girmiştir.

Haliyle; demokrasiyi zaten demokrasinin engeli olanlardan istemek ya da hak olanı hakkı bozanlardan talep etmek de benzer bir durumdur. ABD ve AB ülkelerinin (hani beş büyükler gibi) sömürgecilik politikalarıyla kendi halklarına sus payı verircesine refah, demokrasi ve özgürlük verdiklerini bilmeyen mi var. Sanattan bilime her alanda yaptıkları, kurguladıkları casusluk ve lobi faaliyetleriyle önce karıştırdıkları sonra da ‘adaleti/huzuru/demokrasiyi getirme’ bahane edip işgal edip çöktükleri açık değil mi? Derdimiz yine de onlar olmamalı; hain içerden olunca kapı kilit tutmazmış. Bile bile ve çoğu zaman da bilmeyerek ona çanak tutanlaradır söz. 

Bu yüzden profesyonelleşmemiş ya da profesyonelliği ret ederek amatörlüğü tercih etmiş, sömürgen devletlerin bursları, hibeleri ile değil kendi öz kaynakları ile pişmiş kişi ve fikirlere itibar etmek; bizi yasa ve kural koyucuların (çıkarlarından dolayı) gizlemeye çalıştığı hakikatlere daha fazla yaklaştıracaktır.

Son kertede, bağımsız politika, sanat ve eğitime, imkânsıza yakın olsa da, ihtiyacımız var: O da onlardan böyle bir işlev bekliyorsak elbet. Tarafgirlik sanatta bir tercih ama şart değil.

Kesin olan şu ki; söz konusu olan insanın birbiriyle ve doğayla yaptığı savaşın/kıyımın ve de evrenin büyümekte olan sorunlarının aşılmasında (böyle bir niyeti varsa elbet) politikacıya, biliminsanına, sanatçıya ve eğitime düşen rolün güncellenmesi gerektiğidir.

Yanıyoruz; görünen ve de görünmeyen ateşlerle.

Nerde birlik orada dirlik…

Sevmek kurtarmıyor dünyayı, yaşatmayı da bilmek gerek.