Ütopya bu bakımdan yalnızca bir “yer” yani mekân değildir; zamansal da bir düştür.
Uzun 19. yüzyıl boyunca insanlar teknoloji ve akıl yoluyla insanlığın daha iyiye gideceğine inandılar ve bu yönde birçok ütopya kaleme alındı. Fourier, Owen, Bellamy gibi düşünürler fabrikaların gürültüsünün bile bir gün uyumlu bir orkestraya dönüşebileceğini umuyorlardı.
Bilimin ve teknolojinin insanı özgürleştireceğine inanç, geleceğin daha iyi kurulacağına güven vardı. Ancak aydınlanmanın akla duyduğu bu inanç 20. yüzyılda yaşanan iki savaş, toplama kampları, atom bombaları ve ortaya çıkan çevresel felaketler insanın karanlık yanını ve arzularını gösterdi. Bu da daha iyiye, değişime ve geleceğe olan inancı sarstı. Benzer bir şekilde insan aklına dair ütopyaların içinden de bir distopya çıktı. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren geleceğe dönük umut dolu düşlerin yerini kıyamet senaryoları almaya başladı.
Yevgeni Zamyatin’in “Biz” romanında kusursuz bir toplumun soğuk geometrisi, Aldous Huxley’in “Cesur Yeni Dünyası”nda içeriksiz bir mutlulukla denetlenen insanlar, Orwell’in “1984” kitabında “Büyük Birader” tarafından zihinleri bile gözetlenen ve biçimlendirilen insanlar… Artık anlatılan şey daha iyi bir gelecek kurgusundan ziyade güvenlik için nelerin feda edilmesi gerektiğiydi: Kusursuz bir toplumun bedeli vardır ve bu bedel özgürlüktür. Ütopyalar da bu şekilde algılanır ve yorumlanır oldu. Fredric Jameson’ın belirttiği gibi, her ütopya kendi başarısızlığının tohumlarını da içinde taşır. Vaat edilen uyum, farklılıkların silinmesine; eşitlik otomatlaşmaya; ilerleme ise bir hegemonya biçimine dönüştü.
Ütopyalar başka bir dünyanın mümkün olduğunu hatırlatmak için yazıldı. Yalnızca bir edebi tür ya da iyimser bir kurgu değil; fakat aynı zamanda birer eleştiri biçimiydi. Tarihin kriz anlarında, mevcut politik duruma karşı bir tavır, bir tutum idi ütopya. Oysa bugün ütopyalar çocukça bir inanç, saf bir umut gibi geliyor ve hatta küçümseniyor. Zira distopya edebi bir tür olmanın önüne geçerek gündelik deneyimin dili haline geldi. İnsanlar ütopya yazmayı bıraktı, çünkü “gelecek” tahayyülünün bizatihi kendisi yitirildi. İnsanlık geçmeyen, sonsuz bir şimdiye hapsolmuş durumda. Başka olanın imkânıyla, mevcut olanın değişebileceği inancıyla ilişkisini yitirdi. Ütopya geleceği kurmayı hedefliyordu, distopya ise şimdi hakkında bir korku yaratmaktan öteye geçemiyor.
Tam da bu noktada Ernst Bloch’un “Umut İlkesi” devreye girer. Bloch, ütopyayı “henüz olmamış olanın bilinci” olarak tanımlar. Ona göre umut, gerçekleşmemiş bir arzunun pasif bekleyişi değil, geleceği bugünde arama pratiğidir. Henüz olmayanı düşünmek, “mümkün olanı” kurmaktır. Bu yüzden ütopya, yalnızca bir tür değil, bir bilinç hâlidir: Dünyayı tamamlanmamış, değişmeye açık bir süreç olarak görme biçimi. Bloch’a göre hiçbir toplum, hiçbir insan, “henüz olmamış” olanı içinde taşımadan var olamaz. Her kişide, her toplumsal ilişkide, her eylemde bir “ütopya tortusu” vardır. İnsanlık, kendi sonunu değil, henüz başlamamış bir geleceğin izini sürerek yaşar.
Belki de asıl mesele, ütopyayı yeniden “geleceği kurma cesareti” olarak düşünmekte yatmaktadır.
Abensour’un şu sözlerini hatırlamakta fayda var: “Ütopyasız bir toplum, ütopyadan yoksun bir toplum, tam anlamıyla totaliter bir toplumdur”. Umut, mevcut olanın ötesine bakma gücü, geleceği yeniden kurma iradesi ve totaliteye karşı düşünmenin imkânıdır. Eğer umut yoksa ütopyalar yazılamaz, şimdi mutlaklaşır. Bu yüzden ütopyayı yeniden düşünmek aslında özgürlükle, farklı olanla başka bir ilişki icat etmeye bir davettir.
Kaynakça
Ernst Bloch, Umut İlkesi 1. Cilt, çev. Tanıl Bora, İstanbul: İletişim Yay., 2011.
Miguel Abensour, Ütopya – Thomas More’dan Walter Benjamin’e, çev. Aziz Ufuk Kılıç, İstanbul: Versus Kitap, 2009.