İzmir’in arka sokaklarından her gün işe gidip gelirken, kendimi bazen Viktor Hugo’nun “Sefiller” kitabında, bazen Maksim Gorki’nin “Old Izergil /eski Izergil” öyküler kitabında buluyorum.

Kışın soba kokularının ağır geniz yakıcılığı ile yolda yürürken, covid 19 sayesinde alıştığımız maskeler, gaz maskesi gibi bir nebze pis havayı solumamı engelliyor.

Sabahın ilk saatlerinde, havadan alçak uçuş yapan helikopterler, arka sokaklarda uyuşturucu operasyonları olduğunun sinyalini veriyor.

Eskiden Solcu yoldaş ağabeylerle, Ülkücü gardaşların ara caddelerle ayrıldığı gettolar, şimdilerde uyuşturucu çetelerinin, köprü altı cemaatlerin meskenleri oldu .

Evden işe giderken şık giyimimle herkesin bakışları üzerimde ara sokaklardan geçerken, polislerle karşılaştım, üç eve operasyon yapıyorlardı. Yoksulluğun, yokluğun simgesi olan her üç adımda bir bulunan A101 ve BİM marketlerinin önündeki kuyruk, İzmir Büyükşehir Belediyesinin yoksullar için yemek dağıttığı sosyal merkezdeki kuyruk bu şatafatlı operasyona rağmen bozulmuyordu.

İşte bu sokaklarda tanığım üç çocuğum var benim. Aslında bu mahallede büyümelerine tanık olduğum onlarca çocuktan sadece üçü. Üçüzler.

İsimleri Sümeyye, Bilal ve Ahmet. Burak neden koymamışlar da Ahmet diye sorduğumda, “ölen babalarının ismini koymamak ayıp olurmuş.”

Bizim üçüzler çok zeki çocuklar, algıları çok yüksek ve iyi bir eğitimle gelecekleri çok parlak olabilir. Ancak çok zor.

Bilal okçuluk yaparken, son model arabalar ve korumalar ile gezerken bizim küçük Bilal tarikat hocasından dayak yemiş olarak geldi yanıma.

Sümeyye bütün eğitimini yurt dışında tamamlayıp, zengin bir ailenin oğlu ile bir prenses gibi evlendirilirken, bizim küçük Sümeyye boya kalemlerini ve kırtasiye ihtiyaçlarını Belediyenin sosyal marketinden karşılamak zorunda kaldı.

Emine Erdoğan kolunda 50 bin dolarlık çanta ile yoksul evleri gezerken, bizim üçüzlerin anası Emine basma eteği, üzerine geçirdiği boydan tesettürü ile evde yaptığı süs eşyalarını satarak geçinmeye çalışıyordu.

Her geçen gün derinleşen yoksulluk, tribünlerin arka sıraları olan bu mahallelerde gün geçtikçe içe kapanıklık, uyuşturucu çeteleri, tarikatların yuvası haline gelmişken, üç çocuğumuzun ve onlar gibi büyümelerine tanık olduğum bir çok gencin geleceğinden endişe etmemek imkansız. Çocuklukta açılan derin izlere tanık oluyorum. Yemek kuyruğunda beklemekten utanan, yoksulluğundan utanan ebeveynler, çocuklarını kuyruğa göndererek kendilerini saklıyorlar, soğukta birbirine sığınmış küçük bedenler, sosyal mesafe, maske, hijyen, salgın hastalıktan korunmanın sıfıra indiği koca bir portre…

Viktor Hugo “Yarınlar hep güzel olacak denir, oysa bugünler, dünün yarınları değil midir?” der. Geçmişi sorgulamamızı ister.

Maksim Gorki ise gençlik ve çocukluk psikolojini çok irdelemiş bir yazar olarak şöyle der “çocuklukta aklın ürettikleri ruhun çok derinlerinde yaralar açıyor ve bu yaralar kimi zaman bir ömür boyu geçmiyor.”

 Çocuklarımız yarının geleceği ve bizler onların ruhlarında açılan yaralardan sorumluyuz. Bu yoksulluk ve bu siyasal kadersizlik geleceğimizin altına maalesef dinamit koyuyor.