SESSİZ BİR ÇIĞLIK SABAHATTİN ALİ VE SATIRLARINDA SAKLI HAYATLAR...

Bazı yazarlar yalnızca yazmaz; yaşadıklarını, gördüklerini, acılarını bir ülkenin aynasına çevirir. Sabahattin Ali de o aynalardan biridir. 1907’de Gümülcine’de doğduğunda kimse onun kelimelerle bu kadar güçlü bir iz bırakacağını bilemezdi. Ama o, Anadolu’nun tozlu yollarında öğretmenlik yaparken sadece ders anlatmadı — insanı, sefaleti, sevgiyi ve umudu gözlemledi. Ve bunları, kâğıda dökerken bir dönemin vicdanını yazdı aslında.

Abone Ol

Eğitimini tamamladıktan sonra öğretmenlik için Yozgat, Konya, Aydın gibi şehirlerde görev yaptı.
O yıllarda Anadolu’yu, insanın yoksulluğunu, yalnızlığını ve direncini yakından tanıdı.
1928’de devlet bursuyla Almanya’ya gönderildi; orada Batı edebiyatıyla tanıştı, dil öğrendi, gözlemler yaptı.
Ülkesine döndüğünde artık sadece bir öğretmen değil, kalemiyle konuşan bir düşünürdü.
Ama o yıllarda düşünmek ve yazmak kolay değildi.
Kalemi yüzünden defalarca soruşturmalara uğradı, tutuklandı, susturulmak istendi.
Yine de o, yazmaktan hiç vazgeçmedi.

Onun ilk büyük romanı “Kuyucaklı Yusuf”, Anadolu insanının suskun isyanını anlatır.
Yusuf, adaletsizliğe karşı dimdik duran ama duygularını içinde taşıyan bir karakterdir.
Bu romanda Ali, taşranın içindeki yalnızlığı, toplum baskısını ve masumiyetin nasıl ezildiğini öyle sade bir dille anlatır ki, sayfaları çevirdikçe Yusuf’un sessiz öfkesini hissedersiniz.
Aslında bu roman, yazarın kendi içindeki adalet arayışının da bir yansımasıdır.

“İçimizdeki Şeytan” ise bambaşka bir aynadır insana.
Burada Sabahattin Ali, toplumun dayattığı korkularla insanın içindeki “şeytan”ı — yani kararsızlığı, korkaklığı, teslimiyeti — anlatır.
Ömer ve Macide’nin hikâyesi, sadece bir aşk hikâyesi değildir; insanın kendi içinde yaptığı hesaplaşmanın romanıdır.
Ali, bu kitapta toplumsal eleştiriyi psikolojik çözümlemeyle birleştirir.
Ve en acı tarafı şudur: hepimizin içinde bir “şeytan” vardır, sadece ne kadarını bastırabildiğimiz belirler kim olduğumuzu.

Ve tabii “Kürk Mantolu Madonna”…
Belki de onun en çok okunan, en çok sevilen eseri.
Sabahattin Ali, bu romanı askerlik yaptığı dönemde, kolu kırıkken yazdı.
Acı içinde, bir hastane yatağında kâğıtlara dökülen cümlelerdi bunlar.
Belki de bu yüzden Raif Efendi’nin sessizliği, Maria Puder’in yalnızlığı bu kadar içe dokunur.
Roman yayımlandığında ilk eleştiriyi Nazım Hikmet yaptı.
Nazım, hapishaneden gönderdiği mektubunda eseri dikkatle okuduğunu, bazı kısımları sert ama dostane biçimde eleştirdiğini yazdı.
İki büyük kalemin bu mektupla kurduğu bağ, aslında Türk edebiyatının vicdanını gösteriyordu: biri parmaklıklar ardında, diğeri susturulmak istenen bir ses olarak, aynı umudu paylaşıyorlardı.

Sabahattin Ali’nin kalemi sadece romanlarla sınırlı değildi.
O, aynı zamanda şiirleriyle de Türk insanının duygularına tercüman oldu.
“Aldırma Gönül”, “Leylim Ley”, “Geçmiyor Günler”, “Dağlar” gibi dizeleri, yıllar sonra Zülfü Livaneli, Edip Akbayram, Ahmet Kaya gibi sanatçılar tarafından bestelendi.
Böylece Sabahattin Ali’nin sesi yalnızca kitaplarda değil, şarkılarda da yaşamaya devam etti.
Onun şiirlerini dinlerken, sanki hüznün içinden geçen bir halkın sesi yankılanır: kırgın ama umutlu, sessiz ama güçlü.

Yazar, 1940’lı yıllarda Markopaşa adlı mizah dergisini çıkardı.
Bu dergi kısa sürede büyük yankı uyandırdı, çünkü iktidarı eleştiriyor, halkın sesi oluyordu.
Fakat her sayıdan sonra soruşturma, yasak, hapis cezası birbirini izledi.
Tüm baskılara rağmen yazmayı sürdürdü; çünkü onun için susmak, yaşamak demek değildi.

Ne yazık ki hayatı da romanlarındaki gibi yarım kaldı.
1948’de, Bulgaristan’a geçip yurt dışında yeni bir hayat kurmak isterken öldürüldü.
Cinayetin ayrıntıları hâlâ tam olarak aydınlatılamadı.
Ama o günden bu yana, hiçbir güç onun kelimelerini susturamadı.
Çünkü bazı sesler bir kez duyuldu mu, artık hep yankılanır.

Sabahattin Ali, hâlâ o yankının kendisidir:
Bir ülkenin vicdanında çınlayan sessiz bir çığlık.