SAĞLIKTA NEREYE KOŞUYORUZ?

Türkiye’de sağlık sisteminin kâğıt üzerinde ne kadar güçlü gösterildiğini hepimiz biliyoruz. Rakamlarla konuşulduğunda her şey yolunda gibi…

Abone Ol

Hastane sayısı artmış, cihaz sayısı çoğalmış, randevu sistemi dijitalleşmiş. Ama gelin dürüst olalım; bir vatandaş olarak o kapıdan içeri girdiğimizde hissettiğimiz şey çoğu zaman güven değil, belirsizlik. Çünkü bu ülkede hastalığın kendisi kadar, hastanelere giden yol da yorucu.

Mesela kansızlık şikâyetiyle hastaneye giden bir kadını ele alalım. Doktorlar ilk başta kanserden şüpheleniyor, “takip edelim” diyorlar. Sonra nasıl oluyorsa “bir şey yok” denilerek eve gönderiliyor. Ne bir kontrol tarihi veriliyor, ne bir uyarı… Kadın da doğal olarak “demek ki önemli değilmiş” diyerek hayatına devam ediyor. Ta ki grip olup nefes alamaz hale gelene kadar. Tekrar hastaneye kaldırıldığında bu kez doğrudan yoğun bakıma alınıyor ve gerçek o zaman ortaya çıkıyor: Meğer baştan beri kansermiş. Ama artık yapılacak bir şey kalmamış oluyor. Bir teşhis gecikti diye bir anne, sadece iki gün içinde hayattan kopuyor. Geride ise 12 yaşında ne olduğunu anlayamayan bir çocuk kalıyor.

Sadece bu mu? Hayır. Bir de ameliyatların “takvim etkinliği” gibi ertelendiği bir sistemimiz var. Katarakt ameliyatı olacak birini düşünün… Gün verilmiş, hazırlık yapılmış, aç susuz hastaneye gitmiş. “Bugün olsun, bitsin” diye kendini psikolojik olarak hazırlamış. Ama son dakikada “doktor yetişemedi, yoğunluk oluştu, iptal” deniliyor. Bir değil, iki kez. Bu kadar basit. Birinin gözü yeniden görecek mi sorusu, bir Excel tablosundaki boşluğa takılıyor. İnsan sabrı sınanıyor, güven duygusu yerle bir oluyor.

Bir de ambulans meselesi var ki başlı başına ayrı bir imtihan. Sağlık ocağındaki doktor “Bu hastayı acil hastaneye götürün, beklemeye gelmez.” diyor. Aile ambulans çağırıyor. Ambulans geliyor ama bu kez de personel “Gerek yok, kendi aracınızla götürün.” diyerek almamak için türlü bahaneler sıralıyor. Dakikalarca ikna etmeye çalışıyorlar, sanki gereksiz yere yardım istiyorlarmış gibi. Büyük mücadele sonrası hastaneye götürüldüğünde bu kez de orada azar işitiyorlar. “Bunu niye buraya getirdiniz?” diye. Bir insanı hayatta tutmak için adeta savaşmanız gerekiyor. Oysa sağlık sistemi dediğimiz şey, insanların savaşarak değil, güvenerek girmeleri gereken bir yer olmalı.

Randevu almak desen ayrı dert. Sistem açılır açılmaz saniyeler içinde doluyor, ya aylar sonrasına gün veriliyor ya da hiçbir şeye erişemeden ekrana bakakalıyorsunuz. Kuyruklar hâlâ sabaha karşı başlıyor. “Modern sağlık altyapısı” dedikleri şeyin kapısında insanlar hâlâ kapı menteşesi sesinden önce hastaneye varmaya çalışıyor.

Bütün bu yaşadıklarımız aslında tek bir gerçeği gösteriyor: Bu ülkede insanlar çoğu zaman hastalıktan değil, geç kalınmaktan ölüyor. Sağlık sadece bina dikmekle, cihaz almakla olmuyor. Asıl mesele takip, ciddiyet ve vicdan. “Bir şeyin yok” deyip göndermek kolay. Zor olan, “Ya varsa?” diye sorup peşine düşmek.