Gözün iktidar olduğu, görsel bir çağda yaşıyoruz. Görmenin anlamının değişmesi gibi gördüklerimiz de değişti. Bugünlerde görmek demek birkaç saniyelik içeriklere bakmak ile sınırlı. Gördüklerimiz ise yapay zekâ tarafından oluşturulan imgeler, simgeler ve yüzlerle çevrilmeye başladı.
Belki görmek kolaylaştı, ancak anlamak bir o kadar zorlaştı. Daha parlak, daha simetrik, daha canlı görsellerin altında düşünceler silikleşiyor. Bugün yapay zekâ ile binlerce Mustafa Kemal Atatürk fotoğrafı, videosu üretiliyor. Alışık olunan fotoğraflardan daha gerçek neredeyse. Ancak bu aşırı gerçekliğin altında anlamın yittiğini görüyoruz. Zira Atatürk’ün bırakmak istediği miras bir yüzden ziyade bir yöntem, bir düşünme biçimidir.
Bu biçim basitçe akılcılık ve bilim temelli düşünce değildir, aynı zamanda bir toplumsallık, kamusallık tahayyülü ile ilgilidir. Cumhuriyet bir yönetim biçimi olmaktan ziyade kamusal sorumluluğun ve iradenin hâkim olduğu siyasal yaşam biçimidir.
Oysa bugün kamusallık bürokratik birtakım kurallar ve işleyişlerden ibaretmiş gibi anlaşılıyor, Cumhuriyet de nostaljik bir miras. Oysa cumhuriyetin omurgası olan kamusallık bir halkın kendi sorunları üzerine tartışabildiği, akıl yürütebildiği ve ortak bir dil kurabildiği alandır. Aydınlanmanın mirası da akıldan ziyade kamusallıktır. (Bu tartışma açabilecek bir cümle gibi görünüyor Hazal. Akılcılık çok önemli çünkü… Düşünmek, sorgulamak, eleştirmek… Akılcılıktan çok uzak bir durumda insanlar… Ben senin ne demek istediğini anlıyorum ama köşe yazılarını okuyanların arasında kötü niyetliler de olabilir. Bu tür okumalara fırsat bırakmamak gerekiyor. Köşe yazıları bu nedenle şu dönemde çok riskli alanlar. Her cümlenin defalarca gözden geçirmek zorundasın.)
Arendt’in de dediği gibi kamusal alan, insanların birlikte eyleme geçebildiği, fikirlerini görünür kılabildiği ve dünyayı ortaklaşa dönüştürebildiği alandır. Kamusallık, yalnızca devlete ait, devlet tarafından düzenlenen bir alan değil, “ortak eylem dünyamız”ın sahnesidir. Yurttaşların birbirleriyle özgürce konuşabildiği bir alan.
Biz kamusallıktan kitleselliği anlar olduk, ancak kitleler iletişim kuramazlar. Veri içindedirler; ancak bilgi üretemezler. Kişisel imajlar, beğeniler vardır; ancak “kim”likler açığa çıkmaz. Aydınlanmanın asıl hedefi işte buydu: Kişinin toplumsal alanda, özgür eylemlerinde kendini ortaya koyabilmesi. Çünkü özgürlük, ancak konuşabilen, düşünebilen, tartışabilen bir topluluk içinde mümkündür.
Aydınlanmayı salt aklın yürümeye başlaması olarak değil de kamusallığın kuruluşu olarak kavrarsak cumhuriyet düşüncesinin de bu noktada güncel olduğunu görebiliriz: “Halkın kendi aklını kullanabilme cesareti”.
Portreler bir kişinin yüzünü gözümüzün önünde canlandırabilmemizi sağlayabilir, ancak görsellerin hiçbiri onun ardında yatan iradeyi, düşünceyi gösteremez. Çünkü bir düşünce inşa edilir, bir irade eylemlerde ortaya çıkar. Bu yüzden bir kişiyi görmek onun suretine bakmak değildir, fakat onun düşüncelerini ve eylemlerindeki anlamı kavrayabilmektir.
Şunu unutmadan belirtmek gerek: Bir kişiyi anlamak demek onu tartışmasız doğru kabul etmek demek değildir. Hatalarını, sınırlılıklarını, çelişkilerini de görebilmek ve bunlarla birlikte ve bunlara rağmen eleştirel bir sahiplenmedir. Dogmatik bir Atatürkçülük değil, canlı, eleştirel bir kamusallıktır bizim ihtiyacımız olan.
Mirasa sahip çıkmak ise körü körüne savunmak olmadığı gibi onu taklit etmek ya da muhafaza etmek de değildir. Oradaki kurucu iradeyi anlayabilmek ve bu iradeyi üretken kılabilmektir.
Bu nedenle her 10 Kasım’da Mustafa Kemal Atatürk’ü anarken duygusal içerikleri izlemek ya da yapay zekâya onunla fotoğraflarımızı üretmekten ziyade onun tarihsel anlamını ve önemini kavramamız gerekmektedir.
Kendi sözleriyle hatırlayacak olursak: “Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir”.