Çağdaş dünya tarihinde çok az muharebe tarihin gidişatını Çanakkale Muharebeleri ölçüsünde etkilemiştir desek herhalde mübalağa etmiş olmayız. Çanakkale Savaşları’nın nedenini ve sonuçlarını Tarihçi Yazar Fatih Selçuk yazdı.

Bugün 18 Mart Çanakkale Zaferi ve Şehitleri Anma Günü olarak kutlamakta olduğumuz bu önemli dönüm noktasının yarattığı etki konusunda, en azından sonuçları bakımından, bugün tarihçiler arasında bariz bir ihtilaf söz konusu değildir.

Çanakkale, tarihin her döneminde önemli bir konumda bulunmuştur. Asya ve Avrupa kıtalarını birbirine bağlayan iki Boğaz’dan biri buradan geçmektedir. Bu Boğaz, Akdeniz’i İstanbul’a ve Karadeniz’e, Karadeniz kıyılarını da Akdeniz’e, bir diğer anlamıyla da, dünyaya bağlamaktadır. Burası aynı zamanda Asya ve Avrupa kıtaları arasında doğrudan bir geçittir. Nitekim Osmanlı Devleti’nin Avrupa kıtasında attığı ilk adım da Çanakkale (Gelibolu yarımadası) üzerinden olmuştur. Çanakkale Boğazı, işte bu denli önemli bir noktada bulunmaktadır.

Çanakkale Boğazı’nın önemi, Rusya’nın büyük bir siyasi aktör olarak diplomasi sahasındaki yerini almasıyla beraber hiç olmadığı kadar artmıştır. Bu büyük devletin Akdeniz’e erişebilmesinin ve aynı şekilde düşmanlarının Karadeniz kıyılarına ulaşmasını engelleyebilmesinin tek yolu Çanakkale ve İstanbul Boğazlarını bir şekilde kontrol altına almak olmuştur. Bu sebepledir ki Rusya başta olmak üzere büyük güçler, dünya siyasetine yön verdikleri ölçüde Çanakkale (ve İstanbul) Boğazı’na büyük önem vermişlerdir. İstanbul Boğazı bu açıdan ikinci planda kalmaktadır, zira Akdeniz’den Marmara’ya, oradan da İstanbul’a ve Karadeniz’e geçişin ilk aşaması Çanakkale Boğazı’dır. Çanakkale Boğazı’nın geçilememesi, ne İstanbul’a ne de Karadeniz’e ulaşılamaması anlamına gelmektedir. 

Bugün kutlamakta olduğumuz 18 Mart Zaferi de tam da bununla ilgilidir: Çanakkale Boğazı’nı geçerek İstanbul’a ve oradan da Karadeniz’e ulaşmak…

Şimdi filmi biraz geri sarma vaktidir…

Çanakkale Muharebelerine Giden Yol

Ondokuzuncu yüzyılın sonlarında Almanya’nın güçlü bir siyasi aktör olarak Avrupa siyasetinde yer almaya başlaması, kıta dengelerini hiç olmadığı kadar değiştirmişti. Avrupa, kimi zaman yüz yıla değin sürebilen uzun soluklu kıta savaşlarının ardından, yeniden güçler dengesinin oluşmaya ve silahların çekilmeye başladığı bir arena haline gelmişti. O tarihte hemen her kıtada sömürgeleri bulunan ve bu özelliği nedeniyle “Üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olarak alınan İngiltere, Almanya’nın yükselişini kendisi açısından bir tehdit olarak görüyordu. Almanya’nın hemen yanında bulunan Fransa ise, bu yeni güçten belki de en çok endişe eden ülkeydi. Unutmamak gerekir ki, daha kısa süre önce Prusya (Alman) ordularının çizmeleri Paris’i inletmişti. Doğuda ise engin topraklara hükmeden Rusya, gerek soydaşlarının yaşadığı Balkanlar’da yayılma emelleri önünde bir set olabilecek Almanya ve onun giderek yakınlaştığı Avusturya-Macaristan karşısında endişe duymakta haklı görünüyordu. Tüm bu gelişmeler, İngiltere, Fransa ve Rusya’yı birbirine yakınlaştırırken, Almanya, Avusturya-Macaristan ve onu takiben siyasi birliğini yeni oluşturabilmiş olan İtalya’yı bir karşı blok haline getirmiş oldu. Böylelikle Avrupa’da güçler dengesi belirginleşirken, “Avrupa’nın Hasta Adamı” olarak adlandırılan Osmanlı Devleti de dış politikada kendisine yeni bir alternatif olabilecek olan Almanya ile ilişkilerini sıklaştırıyordu.

Yukarıda özetlemeye çalıştığım tablo, dünyanın o güne kadar gördüğü en büyük savaş olan Birinci Dünya Savaşı öncesindeki ittifaklara giden yolu açmıştı. Dünya, hiç olmadığı kadar silahlanıyor, karşılıklı olarak çekilen ipler iyiden iyiye, kopacakmışçasına geriliyordu. Bu sebepledir ki, bir Sırp milliyetçisi tarafından 1914 Haziran’ında Saraybosna’da Avusturya-Macaristan Arşidük’ü Franz Ferdinand’a yapılan bir suikast, eli kulağında olan savaşı başlatan bir bahane olmaktan öteye gidemedi. Nitekim savaş, bu suikastın hemen ardından Avusturya-Macaristan’ın Sırbistan’a savaş ilanı ve akabinde Rusya’nın da bu küçük soydaş ülkeyi korumak pahasına savaşa girmesiyle beraber, her iki ittifak üyelerinin de birbiri ardına savaş ilan etmeleriyle bir anda tüm dünyaya yayıldı. 

1912-13 yıllarında Balkan Savaşları ve onu takiben Trablusgarp’ta İtalya karşısında aldığı yenilgilerin ardından iyice zayıf düşen Osmanlı Devleti, henüz patlak veren Dünya Savaşı’nın başından itibaren yalnızlık endişesi içerisine girmişti. İlk olarak İngiltere, Fransa ve Rusya ile ittifak denemeleri yapmış olan Osmanlı Devleti (hatta Bulgaristan’ı dahi yoklamıştı), bu girişimlerden bir sonuç alamayınca çareyi Almanya’nın yanında yer almakta bulmuştu. Almanya da (Osmanlı Devleti’ni zayıf görerek karşı çıkanlar olmasına rağmen) bu devletin geniş topraklarından ve İslam dünyasındaki nüfuzundan faydalanmayı umuyordu. Nihayetinde, Akdeniz’de İngiliz gemilerinden kaçarak İstanbul’a sığınmış olan Alman Goeben ve Breslau gemilerinin, yeni adları olan Yavuz ve Midilli ve göndere çektikleri Türk bayraklarıyla Karadeniz’deki Rus limanlarını bombalamaları, Osmanlı Devleti’ni fiilen savaşa soktu. Bu sürecin nasıl gerçekleştiği bugün hala tartışma konusu olmaktadır. Fakat neticede Osmanlı Devleti, Almanya’nın yanında yer almış oldu.

İngiltere öncülüğündeki İtilaf Bloğu açısında Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi onlar için büyük bir yük anlamına geliyordu. Her şeyden önce bu geniş coğrafya için çok sayıda asker feda etmek gerekecekti. Fakat İngilizlere göre daha kestirme bir yol daha vardı: Boğazlar. 

Osmanlı Devleti’ni bir çırpıda savaş dışı bırakmayı planlayan İngiltere, güçlü donanmasını da hesaba katarak, Çanakkale Boğazı’ndan geçerek İstanbul’a, yani Osmanlı Devleti’nin başkentine ulaşmayı hesaplamıştı. Osmanlı Devleti’nin savaş dışı kalmasının ardından, Karadeniz üzerinden Rusya’ya destek de gönderilebilecek ve böylelikle Almanya iki cephede birden ağır bir yük altında kalacaktı. Bu, kağıt üzerinde son derece mantıklı bir plan gibi dursa da, sahadaki gerçeklik çok farklı olacaktı…

Çanakkale Deniz ve Kara Muharebeleri

İngiltere, müttefiki Fransa ile birlikte Akdeniz’in o güne kadar gördüğü en güçlü donanmayı bir araya getirerek, 19 Şubat 1915 günü Çanakkale Boğazı’nı geçmek üzere denizden saldırılarına başladı. İngiliz donanması arasında dönemin en güçlü savaş gemileri bulunuyordu. Kuvvetli toplara sahip olan bu çelik zırhlı gemiler, Çanakkale Boğazı girişinde bulunan topçu tabyalarını döverek içerilere doğru ilerlemeye çalışıyorlardı ve günler içerisinde bir ölçüde başarılı da olmuşlardı. Fakat bu dev gemiler, boğazın iç kısımlarında dar ve keskin hatlarına ilerledikçe, Türk topçularının menziline giriyorlardı. Türk tarafı, II. Abdülhamid döneminden itibaren buradaki istihkamları kuvvetlendirmeye gayret etmişti. Özellikle yeni müttefik Almanya, bu konuda önemli desteklerde bulunmuştu. Bu sebeple Türk topçusunu hiç de yabana atmamak gerekiyordu!

İngilizlerin öngöremedikleri bir diğer husus da mayınlama idi. Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı Cevat (Çobanlı) Paşa, Nusret mayın gemisine boğazın önemli noktalarını gizlice mayınlama emrini vermişti. Gece saatlerinde, müttefik donanmasına yakalanmayacak şekilde büyük bir gizlilik içerisinde yapılan bu mayınlama işlemi, ertesi gün, 18 Mart’ta Türk topçusunu döve döve ilerleyen İtilaf donanmalarının üzerine bir anda bir kabus gibi çöktü. Türk tabyalarının yoğun top ateşi altında Fransız Bouvet, İngiliz Irresistibleve Ocean gemileri,gece gizlice yerleştirilmiş olan deniz mayınlarınaçarparak kısa süre içerisinde sulara gömüldüler. Bunlara ek olarak üç gemi de muharebe dışı kalacak ölçüde ağır hasar gördü. Böylelikle müttefikler, Çanakkale’nin deniz yolu ile geçilemeyeceğini görmüşler ve daha fazla kayıp vermeden geri çekilme kararı almışlardı. Çanakkale deniz harekatı, böylelikle 18 Mart 1915 günü son bulmuştu.

Avrupa’nın hasta adamı, Avrupa’nın devlerini büyük bir şaşkınlığa uğratmıştı. Bu, müttefikler için büyük bir prestij kaybıydı. Bunu telafi etmek de, Boğazları öyle ya da böyle geçmek ve İstanbul’u işgal etmekten geçiyordu. Bu sebeple müttefikler, Çanakkale’nin Gelibolu yarımadasına asker çıkararak, buralardaki tabyaları susturmayı ve Çanakkale Boğazı’nı kontrol altına almayı hedefliyorlardı. 18 Mart’ta alınan yenilgiden kısa bir süre sonra, yaklaşık bir ay süren hazırlığın ardından, 25 Nisan 1915 sabahıİngiliz, Fransız ve Avusturya-Yeni Zelanda (Anzak) birlikleri, Gelibolu ve Çanakkale’nin bazı kıyılarına çıkarma yaptılar. Böylelikle, Çanakkale Muharebelerinin ikinci aşaması, yani kara harekatı başlamış oldu. Bu harekat, İkinci Dünya Savaşı’nda 6 Haziran 1944 günü müttefiklerin Almanya’ya karşı gerçekleştirdiği Normandiya çıkarmasına kadar, tarihin en büyük kara çıkarması olarak bilinecekti.

Müttefik kuvvetleri Gelibolu çıkarmasının başlarında belirli ilerlemeler kaydetse de, Türk birliklerinin direnci karşısında büyük başarılar gösteremediler. Özellikle 19. Tümen Kumandanı Yarbay Mustafa Kemal (Atatürk) Bey’in çıkarmadan kısa bir süre sonra Anzak birliklerini durdurması, ordu için daha en başından büyük bir moral olmuştu. Buradaki başarıları, kısa bir süre sonra Albaylık rütbesine terfi edecek olan Mustafa Kemal Bey’i, İngiliz resmi tarihinin ifadesiyle, savaşın kaderini değiştiren bir isim olarak ön plana çıkaracaktı. 

Devam eden süreçte Türk kuvvetleri, tarihin o güne kadar ender şekilde kaydettiği ölçüde kanlı ve bir o kadar da centilmenlik anlarına sahne olan göğüs göğse mücadeleler sonunda, İtilaf kuvvetlerine uzun süre geçit vermedi. Artık Gelibolu’daki muharebe, büyük ölçüde siperlerde geçen bir halde, kilitlenmişti. İngiltere açısından oldukça uzakta cereyan eden bu muharebe için taze birlikler göndermek de, bir türlü neticeye ulaşılamayan bu yolda, beyhude bir çaba olarak görünüyordu. Şu halde İngilizler için Gelibolu’yu zaptedetmek, imkansız gibiydi.  Neticede, İtilaf kuvvetleri, 1915’in Aralık ayında, yani ilk çıkarmanın ardından geçen sekiz ay sonunda Gelibolu harekatına son vererek askerlerini tahliye ettiler. Böylelikle, Birinci Dünya Savaşı’nın en kanlı anlarına ve aynı zamanda unutulmayacak kahramanlıklara sahne olan Çanakkale Muharebeleri tamamen son bulmuş oldu.

Yazımı biraz uzun tuttuğumun farkındayım. Okuyucularımızın anlayışına sığınarak, çok önemli gördüğüm bir kısma değinmek istiyorum; Çanakkale zaferinin sonuçlarına.

Çanakkale Zaferi’nin Sonuçlarına Farklı Bir Bakış

Çanakkale zaferi her şeyden önce, pek çok cephede birden savaşan ve genel olarak bakıldığında pek de iyi bir tablo çizmeyen Osmanlı Devleti için büyük bir moral kaynağı olmuştu. Fakat burada alınan zafer, kaçınılmaz olduğu daha o günlerde dahi dile getirilmeye başlanacak olan genel bir mağlubiyeti engellemeye yetmeyecekti. Fakat bu zaferin uzun vadeli bazı etkileri de olacaktı. 

Zaferin uzun vadeli sonuçlarının ilki, Milli Mücadele’ye olan etkisidir. Çanakkale muharebeleri döneminde İttihat ve Terakki hükümeti, başkent İstanbul’un düşmesi ihtimali karşısında başkenti Anadolu’da bir yere taşıyarak mücadeleyi sürdürme fikrini ciddi olarak düşünmüşler ve bu yönde planlara da girişmişlerdi. Neyse ki başkent düşmedi; fakat bu fikrin ileride Milli Mücadele yıllarındaki sürece olan benzerliği dikkat çekicidir. Ayrıca Çanakkale’de alınan zafer, Mustafa Kemal Paşa liderliği altında yürütülecek olan Milli Mücadele için kuvvetli bir referans ve motivasyon kaynağı olacaktı. Çünkü görülmüştü ki Türkler isterse yapabilirdi ve yine görülmüştü ki, Türkler bu zaferi dünyanın en güçlü deniz ve kara ordularına karşı kazanabilmişti…. Dahası, Milli Mücadele’nin önderliğine soyunacak olan Mustafa Kemal Paşa, ününü ilk olarak Çanakkale’de kazanmıştı ve Milli Mücadele yıllarında Anadolu’da gittiği hemen her yerde halk, onu bu yönüyle tanıyacak ve takip edecekti.

İkinci olarak Çanakkale Zaferi, ülke dışında da etkiler doğurmuştu. Bunun ilk etkisi, Dünya Savaşı’nın beklenenden uzamış olmasıdır. Eğer İngilizler Çanakkale Boğazı’nı geçebilmiş olsaydı, Osmanlı Devleti savaş dışı kalacak ve böylelikle, 1914’te başlamış olan Dünya Savaşı belki de 1915’te son bulabilecekti. Çünkü Osmanlı Devleti’nin savaş dışı kalmasıyla Almanya büyük bir darbe yiyeceği hesaplanıyordu. Fakat Çanakkale’nin geçilememesinin ardından, Osmanlı Devleti diğer cephelerde de mücadeleye devam etmiş ve savaş nihayet 1918’de son bulmuştu. Bu sebeple İtilaf Devletleri, savaşın sonunda Osmanlı Devleti’ni savaşın uzamasına ve daha çok kan ve mal kaybına yol açmakla suçlayacaklardı. Çanakkale ile birlikte Osmanlı Devleti’ne iyiden iyiye bilenmiş olan İngiltere ve Fransa, bu muharebeden kısa bir süre sonra, 1916’da Osmanlı Devleti’nin topraklarını gizli bir şekilde aralarında bölüşmüşler ve ona kesilecek olan “cezanın” nasıl olacağını o günlerde kararlaştırmışlardı. Nitekim Osmanlı Devleti’nin cezalandırılması gereken bir ülke olduğu söylemi, savaşın son bulmasıyla birlikte daha önce imzalanmış olan gizli paylaşım anlaşmalarının masaya yatırıldığı 1918’de sıklıkla dile getirilecekti.

Çanakkale Zaferi’nin ülke dışında doğurduğu bir diğer etki de Rusya’da görülmüştür. Dünya Savaşı ile birlikte ekonomik ve siyasi olarak karışık bir döneme giren Rusya’da Marksist düşünceler alt sınıflar arasında hızla yayılmış ve 1917 yılına gelindiğinde, yüzyıllardır ülkenin kaderine hükmeden Çar ve ailesi bir isyan hareketi sonucunda iktidardan indirilmişti. Ekim Devrimi olarak da bilinen bu hadisenin gelişim aşamasında Çarlık Rusya’sı, savaşın getirdiği her türlü sıkıntı karşısında Boğazlar üzerinden gelebilecek bir müttefik yardımına muhtaçtı. Fakat Çanakkale’nin geçilememiş olması nedeniyle bu yardım Rusya’ya ulaşamadı ve neticede, Çarlık Rusya’sı Bolşevik Devrimi neticesinde savaş dışı kaldı. Böylelikle müttefiklerin Almanya karşısındaki yükü de bir kat daha artmış oldu. Eğer Çanakkale geçilebilseydi belki de böyle bir devrim yaşanmayacak ve uzun vadede bakıldığında belki de Sovyetler Birliği adında bir ülke hiç bilinmeyecekti. Bu bakımdan Çanakkale zaferini uzun vadede yirminci yüzyıl siyasi tarihini etkilemiş bir olay olarak olarak görmek de abartı olmayacaktır.