Bilindiği gibi Mustafa Kemal, Uşakîzade Muammer Bey’in kızı Latife’yle evlenmişti.
Soner Yalçın’ın ‘Efendi ‘ adlı kitabında Doktor Nâzım’ın torunu Sedat Bozinal, Mustafa Kemal’in aslında Evliyazadelerin kızı Güzin’le evlenmek istediğini ama Güzin’in nişanlı olması nedeniyle bu evliliğin gerçekleşmediğini söylüyor. İşin aslı şu; Evliyazadeler makam/ güç sahibi zengin bir damat istiyor. Oysa Mustafa Kemal sıradan bir Osmanlı subayı.
Evliyazade Naciye’nin üç çocuğu şunlar: Güzin, Samim ve Fatma Berin.
Fatma Berin, Adnan Menderes ile evleniyor.
Şu işe bakın siz, Mustafa Kemal Güzin’le evlenmiş olsaydı Adnan Menderes ile bacanak olacaktı.
Güzin, Karşıyakalı, gösterişli bir konakta yaşayan Hamdi Fuad ( Dülger) ile evlenir.
Hamdi, Kızılçullu Amerikan Koleji mezunudur, merkezi New-York’ta olan tütün şirketi GlenTobacco Co.’nun İzmir temsilcisidir. Aynı zamanda da Amerikan Denizcilik Şirketi Archipelago Steamship’in de İzmir temsilcisidir. Varsıl oğlu varsıldır yani!
Güzin, dengiyle evlendirilmiştir kısaca…
Mustafa Kemal, dik başlı Latife ile evliliğini sürdüremez ve kısa süre sonra onu boşar.
Düşünüyorum da Güzin Hanım ile evlenseydi tarih acaba nasıl yazılırdı?
Aklıma bazen böyle deli sorular takılıveriyor.
Mustafa Kemal’in evliliği yanlış bir evlilikti. Yakın arkadaşı Dr. Tevfik Rüşdü bunu en iyi bilenlerdendi. Çünkü kendisini Latife Hanım’ı daha yakından tanımak işiyle görevlendirmişti. Biliyordu ki Mustafa Kemal, dik başlı kişileri sevmezdi. Latife Hanım ise dik başlının tekiydi. Latife’ye’’ Ne sen ona eş olursun ne de Mustafa Kemal sana koca olur.’’ demişti hatta.
Gel gör ki bu evlilik de Mustafa Kemal’i Ali Adnan Menderes ile akraba yapıyor.
Nasıl mı? Adnan Menderes’in halasının kocası Ahmed Hamdi Efendi, Uşakizade Hacı Ali Efendi’nin kızının çocuğudur.
*
Soner Yalçın, gıpta ettiğim bir araştırmacı- yazar. Çok şeyler öğretiyor insana.
Ben de öğrendikçe mutlu olanlardanım!
Yıllardır, bana hep bir şeyler öğretecek kişilerle sürdürüyorum ilişkilerimi. Bana hiçbir şey öğretmeyenlerle ise yolumu ayırıyorum. Ya da rölantiye alıyorum. Kim olursa olsun… Bu huyumdan rahatsız da değilim. Hele hele bir futbol kulübünün fanatiği, bir mezhep ya da kentin/ kasabanın sabah akşam reklamını yapan kişileri hemen defterimden siliyorum. En iyi devrimcilerin Tunceli’den çıktığını söylemeye çalışan bazılarıyla ilişkimi nasıl sonlandırdıysam, araştırıp soruşturmadan ahkam kesenlerle de arama mesafe koyuyorum.
Saçma sapan genelleştirmelerden rahatsız oluyorum.
Örneğin, ‘’ Kahrolsun Amerika ‘’ diye haykırmak yanlış geliyor bana. ‘’Kahrolsun Amerikan emperyalizmi ‘’dir bunun doğrusu. Erzurumlular gericidir demeyi yanlış bulduğum gibi…Erzurum’un gericisi olduğu gibi ilerici olanları da vardır mutlaka.
Böyle diyorum ama iller sıralamasında benim gözde kentlerim İzmir, Muğla ve Antakya’dır.
Ancak… sabah akşam türküsünü de çığırmam bu kentlerin.
*
İkinci konumuza gelince…
Kemeraltı’ndaki minyatür sanatçısı Arya Kamalı’dan da hep bir şeyler öğrenmeye çalışırım.
Arya, İranlı. Gazvin kentinden. Sanata önem veren bir aileden geliyor. Hasan Sabbah’a uzanan bir soyağacına sahip. Yıllar önce gelip yerleşmiş kentimize.
10-15 yıl önce Kızlarağası Hanı’ndaki işyerinde tanıdım kendisini. İran’a ve İranlılara olan aşkımı bilenlerdendir Arya.
Yıllarca/ yüzyıllarca resmin ve heykelin yasaklandığı İslam coğrafyasında İran’ın heykele/ resime/ şiire olan ilgisini/ aşkını konuştuk kendisiyle. Hiç unutamayacağım şu sözler ona ait:
‘’ Dini lider Ali Hüseyni Hamenei, her ay, meclisinde İran’ın dört bir köşesinden gelen şairleri ağırlar. Her şair kendi şiirini okur o mecliste.’’
İran; Şiir, edebiyat, resim, sinema, heykel diyarı.
Heykel konusunda Floransa ile yarışıyor adeta.
Bir ay yaşadığım İran’ın bütün büyük şehirlerinde güzel sanatların her disiplinine rastladım.
Kadınların kurulan iskeleler üzerinde apartman ve çok katlı binaların duvarlarına yaptıkları resimlere tanık oldum. Çoluk çocuk, yaşlı genç herkesin şiir okuduğuna da…
Aile boyu sinema önlerinde kuyruk olduklarına da…
Tebriz’de, Isfahan’da, Şiraz’da, Erdebil’de, Meşhed’te ve Tahran’da gördüğüm devasa heykelleri ben sadece Floransa, Roma, Paris ve Üsküp’te gördüm.
Daha başka bir farkımız… İran’da ezan okunurken lütfen iyi kulak verin. Var gibi yok gibi bir sesle okuyorlar ezanı. Nedenini sordum Erdebil’deki bir hocaya: ‘’ Çevrede uyuyan bebek vardır. Hasta ve yaşlı olanlar vardır.’’
Şeriatla yönetilen İran’ın mollası aynen böyle dedi.
‘’ Türkiye İran olmayacak! ‘’ diye sloganlar atılmıştı bir ara…
Organik olmayan tek bir meyve ve sebze göremezsiniz orada. Tek bir dilencisi bile olmayan şehrin Tebriz olduğunu ben orada öğrendim. Kütüphanelerin ve müzelerin/ türbelerin ziyaretçilerle dolup taştığını gözlemledim. Kitabevlerinin vitrinlerinde Marks, Lenin, Mao, Orhan Pamuk, Elif Şafak, Aziz Nesin kitaplarına rastladım. Bizdeki gibi, kitaptan korkuları yok onların.
Bilip bilmeden slogan atmamak gerekiyor demek ki…
Bu sözlerim size mübalağa gibi geliyorsa o ülkeye giden gezginlere sorup öğrenebilirsiniz pekala.
Arya Kamalı’nın sözlerine gelince…
Acem kardeşlerimiz, şiirsiz bir yaşam düşünemiyorlar demek ki… Hatta şairleri için ellerinden ne geliyorsa yapıyorlar. Örneğin Tebriz’de ‘ Şairler Mezarlığı ‘ var.
Dünyanın hangi bir kentinde Makberatül Şuara’nın benzeri bir anıt vardır acaba? Şiire ve şaire saygı bu olsa gerek. Oysa bizim evrensel ozanımız Nazım Hikmet’in mezarı bile ülkemizde değil. Moskova’da! Ayıbımız değil midir bu!
Eminim, Türkiye’ye getirilecek olsa ülkenin iki kilo sakallı, şalvarlı/ fesli ve kravatlı bütün mollaları ayağa kalkıp ‘istemezük ‘diyeceklerdir. Ali Erbaş, fetva bile çıkarır bu konuda, hiç kuşkunuz olmasın!
Ezen sınıfın asalakları boş durmayacaklardır kısaca.
1963’te sonsuzluğa yürümüş olan Nazım Hikmet’in mezarının ülkemizde bulunması gerekmiyor mu? Memleketi değil mi Türkiye?
Arya ile bunu konuşamadım. Kimbilir ne derdi?
İran’ın okuru öyle çok ki… Bizimle kıyaslanır gibi değil!
Okumak deyince…
Buca, İzmir Büyükşehir, Konak, Marmaris belediyeleri hergün Cumhuriyet gazetesi alırken burnumuzun dibindeki iki güzide ilçemiz belediyesi, ‘Tasarruf tedbirleri ‘ kapsamında Cumhuriyet’i almaz oldular. Konserlere, ikramlara ve benzeri kalemlere çok paralar harcanırken bir gazetenin alınmasını ‘ tasarruf tedbirleri ‘ bahanesiyle iptal eden belediyeleri sağduyulu olmaya davet etmek gerekmez mi?
Hergün, açtıkları kütüphanelere üçer beşer gazete bıraksalar iyi olmaz mı? Neden düşün(e)mezler bunu? Kültürden sorumlu müdürlerin bunu düşünmesi gerekmez mi?
Dikkat ediyor musunuz bilmem, kimi büfeler de artık gazete alımını/ satımını durdurdu. Büfeciler, gazete satmayı ne diye bırakmış olabilirler ki…
Yoksa gazeteler mi satılmaz oldu?
Afferin AKP! Bunu da becerebildiniz sonunda. Berberlerde, doktorların bekleme salonlarında, avukat bürolarında, derneklerde ve benzeri yerlerde eskiden mutlaka birer gazete bulunurdu. Evlere de düzenli gazete alanların sayısı bir hayli çoktu.
Şimdi, büfelerde bile satılmaz oldu gazeteler.
AKP İktidarı, akaryakıta ikide bir zam yapmayı beceriyorken, halkımızı canından bezdiriyorken, insanımızı da kitap gazete alamaz duruma getirdiği için bununla gurur duymalı!
Türkiye, halkımızı bu denli yoksullaştıran/ cahilleştiren ve eğitimi günden güne dinselleştiren bir iktidar görmemişti bugüne değin.
İktidarın bu başarısını(!) dernekler, sendikalar, odalar ve bilumum örgütler karpuz kabuğundan madalyayla ödüllendirmeliler bence.