Kitabı aynı gün imzalattık. Bir haftaya varmaz, köşesinde tanıtma yazısı yazar diye düşünüyordum. O ne!
373 sayfalık kitabı iki gecede bitirmiş ve imzalattığı 20 Ekim’den beş gün sonra da tanıtma yazısı çıktı karşıma.
Hızlı okuyan, güzel yazan bir gazeteci Atilla Köprülüoğlu.
Köprülüoğlu, kimi şöhretli gazetecilerin de yakın dostu. Gazetecilerin ondan öğreneceği çok şey var.
Belli ki ikimiz de büyük bir beğeniyle okumuşuz bu kitabı.
Suat Çağlayan’ın yazdığı ‘ Yılmaz Büyükerşen’ adlı kitaptan söz ediyorum.
Alt başlığı da şöyle: ‘’ Deli Deli İşler Yapan Bir Eskişehirli’’
Bu biyografik roman için Suat Bey ile Yılmaz Bey yaklaşık bir yıl görüşüp konuşmuşlar.
Birbirini iyi tanıyan iki değerli entelektüel/ siyasetçi…
Daha önce Sinopeli Diogenes, Aristonikos, Tıbbiyeli Hikmet romanlarını okumuştum.
Son yazdığı biyografik roman da ‘ Safiye Ali’
Suat Çağlayan, biyografik romanlar konusunda son yılların en bilinen yazarlarından.
Eski kültür bakanlarından Suat Bey, çocuk hastalıkları uzmanı bir profesör doktor.
Kitabı okuyunca biyografik roman yazmanın hiç de kolay olmadığını anlıyorsunuz. Yazdığınız kişinin yaşamını didik didik didiklemeniz gerekiyor çünkü.
Yılmaz Hoca, Suat Çağlayan’ın yakın arkadaşlarından. Birbirini iyi tanıyan iki dost.
Yılmaz Büyükerşen, Açık Öğretim Sistemi ile ulusal eğitime, yarattığı çağdaş Eskişehir kenti ile de belediyecilik tarihine damgasını vurmuş bir önder. Türkiye’nin yakından tanıdığı bir portre.
Renkli mi renkli bir yaşam sürmüş. Düş dünyasının zenginliğini tahmin ediyorduk, kitaptan daha iyi öğrenmiş olduk. Safiye Ali’yi okuduktan sonra şekillenmiş bu kitapla ilgili düşüncesi. ‘’ Benim romanımı da yazmalısın.’’ demiş Suat Hoca’ya. Bu konuda da her türlü malzemeyi verebileceğini söylemiş.
Aşk var bu kitapta. Siyaset var. Arkadaşlıklar arasında yaşanan dargınlıklar/ kırgınlıklar var. Düş kırıklıkları ve benzeri anlatılası unutulmaz anılar. Var oğlu var.
Cüneyt Arkın ( Fahrettin Cüreklibatur) liseden sınıf arkadaşıymış meğer.
Daha kimler kimlerle arkadaş…
Her şeyden önce çok renkli bir bilim insanı.
Oğlunun sanata ve kitaplara düşkünlüğünü gören baba Büyükerşen, onu hemen yakınlarında bulunan halkevi ile tanıştırıyor.
O baba ki, ‘’ Şu bizim CHP’ye sinir oluyorum! Bir yandan laikliği savunacaksın, bir yandan da kalkıp bir din bilgini olan Şemsettin Günaltay’ı başbakan olarak atayacaksın. Olur iş değil! ‘’ diyen bir Atatürkçü.
Eskişehir’de yaşanan bir sel felaketini CHP’nin gavurluğuna bağlayarak kara propaganda yapanlar için ‘’ Bu deyyusların oy almak için yemeyecekleri nane yok. İslam dinini kullanarak bu cahil milleti CHP’ye düşman edecekler.’’ diyen baba İhsan’ın oğlu Yılmaz Büyükerşen.
İhsan babanın oğlu, iki arkadaşıyla okul yönetiminden habersiz duvar gazetesi hazırlayan, okul yönetimini eleştiren yazılar yazan, muzır karikatürler çizen bir liselidir.
Gazeteciliğin dayanılmaz çekiciliği ona siyasilerle yakından ilişki kurma olanağı sağlar.
İstanbul’daki bazı gazete ve dergilerin muhabirliği yanı sıra Sakarya gazetesi’nde de çalışır.
Sayfa aralarında bugün pek alışık olmadığımız satırlarla karşılaşıyoruz.
Kız arkadaşı Seyhan’ın emniyet müdürü olan babasının istifasıyla ilgili satırlar…
Genç Yılmaz, ileride Eskişehir Şehir Tiyatrosu’nun kurulmasında da önemli rol sahibi olur.
Eskişehirspor’un kurulması, İşitme engelli çocuklar eğitim ve araştırma vakfı kuruluşu, Eskişehir İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi, daha sonrasında Anadolu Üniversitesi…
Hepsinde Büyükerşen vardır.
Zeki Müren ile akşam yemeği, İhsan Doğramacı ile anlaşmazlık, Bülent Ecevit ile yakın dostluk, sonrasında Eskişehir Belediye Başkanlığı… Hem de 25 yıl…
Eskişehir’i bir Avrupa kenti yapan Sayın Büyükerşen’i alkışlamamak ne mümkün!
Köy enstitüsü ruhu, ulusal eğitime büyük katkılar, rektörlük yılları…
Dolu dolu geçen yıllar.
Bu arada Türkiye’nin yabancısı olduğu her halinden belli bir olan Başbakan Tansu Çiller ile arasında geçen komik diyalog, kitaba renk katmış.
Heykel yapmaya başlayınca yemek yemeyi unutan Yılmaz Büyükerşen, anlat anlat bitmez bir aydınlanmacı portre.
Keşke CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı o olsaydı…
Karşısındaki kim olursa olsun kazanacak biriydi. Malum kişi, onun ayağını neden kaydırmış olabilir ki… Üzerinde düşünmeye değer bir konu…
Suat Çağlayan’ın kitabıyla onu daha yakından öğrenmiş olduk.
*
Son aylarda Kemal Anadol’un kitaplarını okudum ve okuttum.
Sayın Anadol’u hukukçu/ siyasetçi olarak tanıyoruz.
Ben onu ‘ Araştırmacı- Yazar ‘ olarak anlatıyorum.
Son olarak ‘ Hoşça Kal Midilli ‘ sini okudum. ‘’ Antio omorfi mu Midilli ‘’
Savaşın yarattığı yıkım, birbirine hasret insanlar, acılar, ayrılıklar, dostluklar, aşk…
Sayfa 92’de Lefteris’in kurşuna dizilmesi sahnesini defalarca okudum.
Yazar, okurunu yazdığı romanın içine böylesine çekebiliyorsa o roman sınıfı geçmiştir bence.
Kemal Anadol, bazen Georgi Karaslavof bazen de Mitka Gripçeva’nın yazdığı romanları anımsatıyor bana. Zaman zaman da Fyodor Gladkov’un ünlü Çimento’sunu.
Belgesel romanlarını okuyan herhangi biri, Kemal Anadol’u DTCF Tarih Bölümü mezunu olarak düşünürse bu sürpriz olmaz.
3 Kasım 1941 doğumlu üretken/ çalışkan Kemal Anadol’a, geçmişin unutulmaz acılarını anımsattığı için bir kez daha teşekkürler!
450 yıl Osmanlı’da kalmış Midilli, bize üç beş adım mesafede. GİBİ!
Balık da ahtapot da bizden ucuz. Benden anımsatması…
*
Suat Çağlayan ve Kemal Anadol, İzmir’in unutulmaz iki milletvekili ve iki düşün insanı. Öğreneceğimiz daha çok şey var onlardan…
İkisiyle de gurur duyuyorum!