GERÇEKLERİ SÖYLEMENİN BEDELİ AĞIR

Yaşamakta olduğumuz bu ülkede doğruyu söylemek, yanlışları dile getirmek giderek daha büyük bir cesaret ister hale geldi.

Abone Ol

Sözlerin kıymeti yok denecek kadar azalırken, gerçekleri savunanlar toplumdan tecrit ediliyor. Yalnız bırakılıyor ya da ağır cezayi yaptırımlarla karşı karşıya kalıyor.

Gerçekleri dile getiren, iktidarın politikalarını eleştiren yazarlar, çizerler, aydınlar ve siyasiler tehdit edilmekte, özgürlükleri kısıtlanmakta ve cezaevine gönderilmektedir. Sadece doğruyu söyleyenlerin susturulmaya çalışıldığı bir ortamda, adaletin yerini korkunun alması kaçınılmazdır. Ne yazık ki, içinde bulunduğumuz tablo da bu durumun açık bir yansımasıdır.

Yönetimin hatalı uygulamalarını ve hukuksuzlukları dile getiren muhaliflerin sesleri önce zayıflatılmakta, ardından tamamen kesilmektedir. Gerçekleri cesaretle dile getiren bireyler, sosyal medyada linç girişimlerinin hedefi haline gelmektedir. Haksızlıklara karşı sessiz kalmayanlar ise kamu kurumlarında sistematik olarak dışlanmaktadır. Ülke genelindeki sorunlara dikkat çekildiğinde ise "cumhurbaşkanına hakaret" suçlamasıyla dava açılması an meselesi haline gelmektedir.

Tüm bu sebeplerle yaratılan korku ve şiddet insanları kaçınılmaz olarak sessizliği bir kurtuluş yolu olarak kabulleniyor; çünkü mevcut durumda en güvenli liman, hiçbir şey söylememek gibi görünüyor. Bu durumda doğru olmayan ve sürdürülebilecek bir durum değildir.

Doğrusu unuttuğumuz ya da görmezden geldiğimiz önemli bir gerçek var: Sessizlik, aslında bir tür suç ortaklığıdır. Yanlışları açıkça dile getirmek yerine görmezden gelmek, bizzat o yanlışların bir parçası olmaktır.

Dünya ve ülkemiz tarihine baktığımızda hiçbir toplumun sükûnetle, suskunluğuyla iyiye ulaşamadığını, aksine bu sessizlikten kaynaklanan sorunların büyüyerek geri döndüğünü tekrar tekrar göstermiştir.

Hakikat ise genelde kalabalıkların değil, kendi vicdanını takip eden az sayıda bireyin sessiz ama gücünü yitirmeyen çabalarıyla ayakta durur.

Ancak gerçeği söyleyenler sıkça ödüllendirilmek yerine dışlanır, hakarete uğrar ya da yalnızlaşır. Çoğu kez "Sus ve karışma" söylemleriyle karşılık bulurlar.

Fakat unutulmamalıdır ki adaletin, değişimin ve ilerlemenin kapısı ancak bu "sessizlik sınırını" aşarak aralanabilir. Bugün toplum olarak en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, göz alıcı kahramanlar ya da sloganlarla etrafa meydan okuyan figürler değildir.

Bize gereken; vicdanının sesini çıkarlarına tercih edebilen, gerçeklerin peşinde olan ve bunu yaparken alkış takdirinden ziyade hakikati ön planda tutan dürüst bireylerdir.

Çünkü doğru olanın yanında duranlar genellikle yalnız kalsa da tarihin çarklarını asıl döndürenler onlar olmuştur. Gerçeklerle yüzleşmemizi gerektiren acı ama net bir sonuç ortadadır: Evet, doğruyu söylemenin kişisel bir bedeli her zaman olmuştur ve olmaya devam edecektir.Tarihte bunun sancılarını çekmiş pek çok örnek bulunmaktadır.

Susmanın ve kaderine boyun eğmenin bedeli, çok daha ağır bir yüktür. Bir toplumu sessizlik sararsa, gerçeğin sesi tamamen kaybolur. Bu noktada kaybeden sadece bireyler değil, ortak bir geleceği şekillendirmeye çalışan tüm toplum olur.

Bu düşünceyi vurgulamak ve yazının ana fikri adına bir örnekle bitirmek isterim. Pastor Martin Niemöller'in sözleri bu durumu çarpıcı bir şekilde anlatır:
Önce Yahudiler için geldiler, sesimi çıkarmadım, çünkü ben Yahudi değildim. Sonra komünistler için geldiler, sesimi çıkarmadım, çünkü komünist değildim. Daha sonra sendikacılar için geldiler, sendikacı olmadığım için yine sessiz kaldım. Sonunda benim için geldiklerinde, ses çıkaracak kimse kalmamıştı..