İki bilim dalını çok önemserim: Psikoloji ve sosyoloji…

Biri sağlıklı insan gelişimi için şart, diğeri sağlıklı toplumun gelişimi için…

İki bilim dalının da birbirini tamamlayan unsurları var ama ikisinin de önceliği insanın eğitimi…

1970’li yılların sonlarında, gençliğin kamplaştığı ve sert politik mücadele verdiği o kanlı günlerden birinde aldım Psikiyatrist Özcan Köknel’in ‘Kişilik’ kitabını elime…

Satır satır okudum, çok şey öğrendim; o bunalım yıllarında kendimi geliştirmeyi önemsedim.

Kişisel paylaşım ve iletişim gücünün insan üzerine etkisinin farkına vardım.

Ötesinde, evlilikte ‘ortak kişilik’ oluşturmanın, sağlıklı birliktelik için vazgeçilmez olduğuna inandım.

Bu gözlemlerim hayat yolculuğum boyunca rehberim oldu.

 

‘SAVAŞÇI’NIN HAYATIMIZI KATTIKLARI…

 

Doğan Cüceloğlu’nu ise ‘Savaşçı’ kitabıyla tanıyorum. Yakın tanışıklığım ise, bu yaşam mimarının televizyonda yaptığı programlardan…

Hiç yüz yüze gelmedim, hiç karşılıklı sohbet etmedim. Ama bana öğüt veren bir ağabey gibi gelirdi, kitaplarını okurken, televizyonda izlerken…

Örneğin pazar günleri öğle saatlerinde Doğan Cüceloğlu ne zaman ekrana çıksa ailece ekran başındaydık…

Eşim ve çocuklarımla, onun yaşamı izleyiciyle paslaşarak anlattığı anlarda pür dikkat izlerdik hocamızı…

Onun, özellikle çocukların özgürce eğitimi konusunda bizlere aşıladığı inanılmaz mücadele gücü, yeni fikirler verdi, yeni bir yol çizdi.

Elbette bu programlar sadece bize değil, milyonlarca insana da ulaştı ve özellikle  çocuk yetiştirmede sorun yaşayan anne ve babalara ışık oldu.

Çağdaş bir toplumda nasıl yaşanması gerektiği konusunda önemli mesajlar veren Cüceloğlu, o yüzden milyonlarca insanın da yüreğine girdi.

Sorumluluk aldı, sağlıklı toplum gelişiminde etkin bir isim oldu.

 Her insanı anlamaya çalıştı, küçücük  bir ofise kapanıp hasta bakmak yerine, bilgilerini ve yaşadıklarını milyonlarla paylaştı, emek verdi, mesleğinin ne kadar önemli olduğunu hissettirdi.

Her gencin sağlıklı gelişimi konusunda önemli mesajlar verdi.

‘Savaşçı’ kitabı ise benliğime kazandırdığı mücadele azmiyle, direnme gücü verdi, başımı dik tutması sağladı, hiç ummadığım yeteneklerimden haberdar olmama yardımcı oldu.

Sevgili Doğan Cüceloğlu, Türk insanının sağlıklı gelişimi ve çağdaş fikirli bireyler yetiştirmesi konusunda öncü görevini üstlendi ve bunu büyük ölçüde başardı.

O kadar hayatımıza girmişti ki, ani ölümüyle şaşkına döndük, donup kaldık. Ailemizden biri sanki, yüreğimiz yandı.   

Çok seveni vardı Cüceloğlu’nun, ölümü bu ülke için önemli bir kayıptır.

Ama kitapları yaşayacak, bedenen olmasa da, bıraktığı miras gelecek nesiller için inanılmaz bir kaynak olacak.

Onun 40’ı aşkın kitabı başucu değerindedir.

Sizlere onun yaşayarak gözlemlediği bir soruna bakış açısını kendi anlatımıyla aktarmak istiyorum. Bence bu öykü altın değerinde… 

 ***

Akatlar’da yürüyordum; kadın beni tanıdı ve selamlaştıktan sonra, sorusunu sordu: “Oğlum dersleri tamamen bıraktı; ne söylesem hiç fayda etmiyor. Ya arkadaşlarıyla buluşuyor, ya telefonda mesajlaşıyor ya da bilgisayarın başında oyun oynuyor. Ne yapacağımı şaşırdım, Hocam ne yapalım'”

“Sohbet ediyor musunuz'”

“Valla, konuşuyorum, ama hiçbir faydası yok.”

“Kaç yaşında'”

“On yedi yaşında.”

“Mesela ne diyorsunuz'”

“Sınavların yaklaştığını söylüyorum; derslerine çalışması gerektiğini söylüyorum; böyle giderse sınıfta kalacağını, arkadaşlarından geri kalacağını, ilerde çok pişman olacağını, ama o zamanda duyulan pişmanlığın işe yaramayacağını anlatıyorum.”

“Siz konuşup, nasihat ediyorsunuz.”

“Evet.”

“Ama, onunla sohbet etmiyorsunuz.”

“Valla bilmem; biz bildiğimiz kadarıyla elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz, konuşuyoruz, anlatıyoruz.”

“Doğru, bildiğiniz kadarıyla elinizden gelenin en iyisini yapıyorsunuz. Ama konuşmak, nasihat etmek, sohbet etmek değildir. Siz sohbet etmesini bilmiyorsunuz.”

Kadın haklı olarak “neden bahsediyorsunuz,” diyen bir yüz ifadesiyle bana baktı.

İçim burkuldu. Anne acı çekiyordu ve çocuğuna yardım etmek istiyordu, ama kendini çaresiz hissediyordu.

***

Öğrencileri ve anne babaları birlikte çağırdım. Danışmalığını yaptığım okulun küçük tiyatro salonunda buluştuk, öğrencilerle birlikte ebeveynler de oturdu.

Ufacık sahneye çıktım, bir sandalye attım oturdum, yanı başıma bir boş sandalye koydum.

“Buradaki öğrencilerden kim benimle sohbet etmek istiyor'” diye sordum. Kalkan ellerden birini gelişigüzel seçtim. Selim adıyla anacağım bir öğrenci yanımdaki sandalyeye geldi oturdu.

“Adın ne'”

“Selim.”

“Kaç yaşındasın'”

“On iki.”

“Bugün ayın kaçı'”

“24 Aralık 2008.” (Gerçek tarihtir; bu uygulamayı o gün yaptım.)

“Selim, gözünü kapa, beni iyi dinle. Gözünü açtığın zaman aradan yirmi yıl geçmiş olacak. 24 Aralık 2028 tarihinde gözünü açmış olacaksın. Tamam mı'”

 

Anladığını belirtmek için başını salladı.

“Lütfen gözünü aç.”

Selim, gözünü açtı.

“Bugünün tarihini söyler misin'”

“24 Aralık 2028.”

“Kaç yaşındasın'”

“Otuz iki.”

“Ne iş yapıyorsun'”

“İç mimarlık.”

Göz ucuyla anneye babaya bakıyorum; yüzlerinde hayret belirten hafif bir tebessümü var. Belli ki, onlar da Selim’in söylediklerini benimle birlikte ilk defa duyuyorlar.

“Nerede çalışıyorsun'”

“New York, Manhattan’da.”

Anne, babanın yüzünde saklayamadıkları büyük bir şaşkınlık ifadesi.

“Evli misin'”

“Hayır.”

“Arkadaşlarından evlenenler oldu mu'”

“Kızların hepsi evlendi.”

Gülüşmeler..

“Çalıştığın yere beni götürür müsün'”

“Ofisim, Manhattan’da 86 katlı bir binanın 42. Katında.”

Gülüşmeler devam ederken hayalen o binaya yürüdük, asansöre bindik, 42. Katta indik.

“Burası ‘home office,’” dedi.

İçeri girdikten sonra açıkladı:

“Dubleks daire: aşağıda salon ve mutfak var. Yukarda yatak odası ve ofis odam.”

“Selim, salonda neler var'”

“Salonda masa var, koltuklar var, sandalyeler var; komodin var, sehpalar var.”

“Duvarlarda ne var'”

“Resimler var, fotoğraflar. Ailemin fotoğrafı da var.”

 

“Ailenin fotoğrafına bakınca neler görüyorsu? Beraber bakabilir miyiz'”

“Annem var, babam var. Ailece çektirdiğimiz bir fotoğraf. Abim var, ablam var, ben varım.”

“En küçük sen misin'”

“Evet.”

****

“Selim, bu fotoğrafa baktığında, içinde ‘keşke!” duygusu beliriyor m? İçindeki herhangi bir ‘keşke’nin sesini duyuyor musun'”

Hiç beklemeden “Evet,” dedi.

“Haydi, anlat bize,” dedim.

“Ben, babamla birlikte futbol maçına gitmeyi çok istedim. Bir de hafta sonları onunla top oynamak, kırlara gitmek istedim. Güreşmek istedim. Ama babam çok yoğundu; çalışmak zorundaydı, olmadı, zaman bulamadı. Ne yapalım, böyle oldu.”

Baba’ya baktım; gözlerinin yaşını tutmaya çalışıyor, ağlamamak için dudaklarını ısırıyordu.

Selim’e teşekkür ettim. Ve sordum:

“Selim, bu konuşmamızda, sana büyüklük tasladığımı, sana nasihat etmeye çalıştığımı hissettin mi'”

“Hayır!”

“Olanla ilgili olarak mı konuştuk, olması gereken üzerine mi'”

“Olanla ilgili olarak konuştuk.”

“Selim, seninle yeniden böyle sohbet etmek istesem, benimle konuşmak ister misi? Konuşmamızdan zevk aldın mı'”

“Yeniden konuşmak isterim; sohbetimizden zevk aldım.”

***

Sohbet özel türden bir konuşma, kendine özgü özellikleri olan bir söyleşidir.

Sohbet içinde olan iki insan o an için güç, onur ve değer yönünden eşittir ve olanı paylaşırlar; olması gereken üzerinde konuşmazlar.

Korku kültürünün olduğu yerde sohbete izin verilmez.

Türkiye’nin aydınlık geleceğinde anne babaların çocuklarıyla sohbet içinde olmasını diliyorum.”

Allah rahmet eylesin, ışıklar içinde uyusun…