Her yıl 29 Ekim ve 10 Kasım tarihleri arasındaki dönemi milli meseleleri düşünme açısından daha kıymetli buluyorum. Başta kurucumuz Mustafa Kemal Atatürk’ü, ulusal bağımsızlığın O’nun önderliğinde kazanılmasını sağlayan silah arkadaşlarını, şehitlerimizi, gazilerimizi ve Cumhuriyet’in kurulması için emek harcamış herkesi daha sık düşünüyorum.

98 Yıllık Cumhuriyet tarihimiz boyunca onlarca nesil bayrak yarışını devam ettirdi. Bu nesillerin bazıları Kıbrıs Harekatı’nı gördü, kimi gaz kuyruklarını, bazıları darbe günlerini ve bizim neslimiz ise belki de tüm bunların çok daha fazlasına 20 yıldır şahitlik etmeye devam ediyor. Ezcümle her nesil kendi döneminin zorluğuna karşılık bir mücadeleye girişmek zorunda kaldı. Örneğin, Cumhuriyet’i kuran nesil ulusal bağımsızlık mücadelesini verdi ve öyle görünüyor ki, Cumhuriyet’i 100 yaşına ulaştıracak olan nesil ise bireysel bağımsızlık mücadelesi vermeye devam edecek.

Sizce hangisi daha hayatî bir önem taşır? Ulusal bağımsızlık mı daha kritiktir? Yoksa, bireysel bağımsızlık mı? Bence bu soruya sağ görüşe yakın olan okurlar ulusal bağımsızlık cevabını vereceklerdir. Sol görüşe veya liberal düşünceye yatkın olanlar ise bireysel bağımsızlığın daha önemli olduğunu savunacaklardır. Ben ise her iki cevabın ve aslında sorunun dahi yanlış olduğunu düşünenlerdenim. Bence verilmesi gereken cevap şöyle olmalıdır: “Tercihin yapılması gereken günün şartlarına göre değişir.”

Eğer bir toplum işgal tehdidi altındaysa veya alınacak kararlar neticesinde binlerce vatandaşın hayatı tehlikeye girecek fevkalade bir dönemden geçiliyorsa, ulusal bağımsızlık ağır basar. Fakat sulh ve refah döneminde bireysel özgürlük mücadelesi daha önemlidir. Zira bireysel özgürlükler güç kaybettiğinde ulusal bağımsızlık da kısa süre içerisinde tehlikeye girer. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde gördüğümüz gibi bir milletin geleceği birkaç kişinin keyfiyetine terk edildiğinde ve toplumu oluşturan vatandaşlara ‘kul’ muamelesi yapıldığında, o coğrafya bir felaket yuvasına dönüşür.

Bu düşünceleri şahit olmaya alıştığımız örneklerle ele alalım. Ülkenin yönetimiyle ilgili her kararın tek bir kişiye devredildiği son yıllarda ne yazık ki Cumhuriyet’in değerlerinden uzaklaştık. En tepedekiler ‘Şöyle yapın! Bunu söylemeyin! Böyle giyinin! Yoksulluktan şikâyet etmeyin!’ demeyi kendilerine hak gördükçe, onların emrinde yer alan yetkililer de aynı tavrı takınmaya cüret edebiliyorlar. Korku, hiyerarşinin en tepesindeki noktadan bir yolculuğa çıkıyor ve sokakta kâğıt toplayan vatandaşa kadar sirayet ediyor. Aslında, sadece o ya da şu korkmuyor. Herkes korkuyor. Adeta birileri korktukça, ‘Susun! Yoksa fena olur ha!’ diyerek altındakileri üstü kapalı tehdit ediyor. Üstelik bu tehditleri savunurken suçlu birer çocuk gibi bir şeylerin arkasına saklanıyorlar. Bu saklandıkları yer de genellikle ya milli beraberlik oluyor ya din ya da devletin bekası… Bu şekilde, yaptıkları şeyin yanlış olduğunu söylediğinizde de sizi bölücü, din düşmanı veya devlet düşmanı ilan edebilmek için bu tür değerlerin arkasına gizliyorlar söyleyeceklerini.

Tüm bunların sonucunda ise bireysel özgürlükler kurban ediliyor. Peki, gerçekten de başarılı olabiliyorlar mı? Dilerseniz bu soruya cevap vermeden önce, Mustafa Kemal Atatürk’ün durumumuzu özetleyen sözlerini anımsayalım: “Cumhuriyet, ahlâkî fazilete dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. Sultanlık, korku ve tehdide dayanan bir idaredir. Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir. Sultanlık, korkuya ve tehdide dayandığı için korkak, alçak, sefil ve rezil insanlar yetiştirir. Aradaki fark bunlardan ibarettir.”

Tıp biliminde “Beyin ölümü” diye bir tabir vardır. Bu söylem, aynı zamanda ideolojik ve politik meselelerin tanımında da pekâlâ kullanılabilir, çünkü vakti geldiğinde bazı politikaların da beyni ölür ve onun hâlâ hayatta olduğunu zanneden organları çalışmaya devam ederler. Mesela, hastanın beyin ölümü gerçekleştiği halde kalbi atmaya devam eder, böbrekleri her zamanki gibi kanı süzer ve bağırsakları da çalışabilir. Yani, bizlere ne yapacağımız veya ne söyleyip söylemeyeceğimiz konusunda telkinlerde bulunan kişilerin çıkardıkları seslerin aslında bağırsak gurultusundan bir farkı yoktur.

Birileri reddetse de, öfkeden çıldırsa da bu toplum değişiyor. Bunun en somut örneklerini sokak röportajlarında gözlemliyoruz. Elli yaş üstü amcalar/teyzeler ile lise/üniversite çağındaki gençlerin tartışmalarını milyonlarca kişi izliyor. Yetişkinliğe adım atan yeni nesil daha fazla bireysel özgürlük diliyor, daha adil bir toplum arzuluyor. Neden milyonlarca genç Türkiye’yi terk etmeye çalışıyor zannediyorsunuz? Neden gelişmiş Batı ülkelerinde hayat kurmak istiyor bu insanlar? Bizler bireysel bağımsızlık dediğimizde, sadece kişinin özel hayatını veya ifade özgürlüğünü kastetmiyoruz. Aynı zamanda, ekonomik özgürlüğü de bu paydanın büyük bir parçası. Gençler tüm bunlara erişebilme umuduyla ülkeden kaçmayı arzuluyorlar.

Elbette milyonlarca genç arzu ettiği gibi yurtdışına göç etmeyi başaramayacak ama sizin yazdığınız baştan sona riya dolu gazeteleri de okumayacak bu insanlar. Sizin tasarladığınız ana haber bültenlerini izlemeyecekler. O yalan haberlere bir şekilde maruz kaldıklarında da gülüp geçecekler. Ne yaparsanız yapın, sizin inanmaya zorladığınız daha birçok şeye onlar zerre değer vermeyecekler. Onlar nasıl düşünmek istiyorlarsa, kendilerini nasıl ifade etmek istiyorlarsa, öyle davranacaklar. Çünkü bu dünya sizin değil. Dünya her geçen gün yeni sahiplerinin ellerine geçmeye devam ediyor. Bu bin yıl önce de böyleydi, bugün de böyle. Siz aslında olmuş bitmiş bir işi reddediyorsunuz.

Velhasıl, şu yaşadığımız günler bize şunu kanıtlıyor. Zorla kurulmaya çalışılan düzenler, içi boş söylemler ve hamaset üzerine inşa edilmiş ideolojiler, özgürlüğü ve Cumhuriyet’in değerlerini tatmış toplumlar üzerinde uzun ömürlü olamıyor. Bu düzenlerin önce beyin ölümü gerçekleşiyor, daha sonra kendileri ise içten içe çürüyerek kayboluyorlar. Fakat, aklı ve erdemi kendisine düstur bellemiş düşünceler ise hayatta kalmaya devam ediyor.